Haçlı Seferleri her ne kadar Hıristiyan inancının bir ürünü olarak
bilinse de, aslında temeli bütünüyle maddi çıkarlara dayalı olan
savaşlardır. Avrupa’nın büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı
bir devirde, Doğu’nun ve özellikle de Ortadoğu’daki Müslümanların refah
ve zenginliği, Avrupalıları özellikle de Kilise’yi cezbetmiştir. Bu
cazibenin, Hıristiyanlığın dini öğretileriyle de süslenmesi sonucunda,
dini görünüm altında, fakat gerçekte dünyevi amaçlara yönelik bir
“Haçlı” zihniyeti ortaya çıkmıştır. Hıristiyanların, daha önceki
devirlerde temelde barışçı bir siyaset izlerken, ani bir dönüşle
savaşçılığa eğilim göstermelerinin asıl nedeni de budur.
Haçlı Seferleri’nin başlangıç noktası, 1095 yılının Kasım ayında,
Papa II. Urban’ın başkanlığında ve üç yüz din adamının katılımıyla
gerçekleşen Clermont Konseyi oldu. Bu konseyde o zamana kadar Hıristiyan
dünyasında hakim olan barışçı doktrin terk edildi ve Haçlı
Seferleri’nin temeli atıldı. II. Urban, Clermont Konseyi’nin sonunda,
farklı toplumsal sınıflara mensup bir kalabalık önünde yaptığı konuşma
ile bu durumu ilan etti.
Papa II. Urban bu meşhur söylevinde, Hıristiyanlardan kendi
aralarındaki çekişme ve savaşları bırakmalarını istedi; zengin, fakir,
“asil”, “köylü” herkesi tek bir bayrak altında birleşmeye ve “kutsal
toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için” savaşmaya çağırdı. Ona
göre bu, “kutsal bir savaş” olacaktı.
Tarihçilerin iyi bir hatip olarak tanımladığı II. Urban’ın amacı,
Hıristiyanları, Müslüman Türklere ve Araplara karşı kışkırtmaktı; bunda
da başarılı oldu. Doğu’daki Hıristiyanların zor durumda olduğunu,
hacıların taciz edildiğini ve engellendiğini, Hıristiyanlarca kutsal
sayılan yerlere saygısızlık edildiğini iddia etti. Elbette bunlar
gerçeklere tamamen aykırıydı.
Zira tarihçilerin de ifade ettikleri gibi, o dönem, Müslümanlar Ehl-i
Kitaba büyük bir hoşgörü ve adaletle davranıyor, her türlü ibadetlerine
de izin veriyorlardı. Kutsal topraklarda yaşayan tüm azınlıklar İslam
ahlakının getirdiği bu huzurlu ortamdan faydalanıyorlardı. Bununla
birlikte dönemin günümüze kıyasla son derece ilkel haberleşme ve
iletişim koşullarında, Avrupalıların bu gerçeklerden haberleri yoktu
elbette. (Latince yerine Yunancayı kullanan Bizanslılar ve Ortodoks
mezhebi hakkında bile az şey biliyorlardı; İslamiyet ve Müslümanlara
dair bilgileri ise bundan daha da azdı, yalan yanlış kulaktan dolma
şeylerden ibaretti.) Bu nedenle, Papa, dinleyicilerin duygularını tahrik
etmeyi başardı. Dahası önemli bir teşvik olarak, söz konusu seferde
görev alanların tüm günahlarının bağışlanacağı vaadinde bulundu.
Konuşmanın sonunda büyük bir coşkuya kapılan dinleyiciler, elbiselerine
dikmeleri için kendilerine dağıtılan kumaştan yapılmış haçları aldılar
ve “kutsal savaş” çağrısını herkese duyurmak için harekete geçtiler.
Tarihin akışına etki edecek bu çağrı “olağanüstü” yankı uyandırdı.
Kısa sürede hem profesyonel savaşçıların hem de on binlerce sıradan
insanın katıldığı dev bir “Haçlı Ordusu” oluştu.
Bazı tarihçiler Doğu’nun zengin kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan
Hıristiyan kralların Papa’ya böyle bir “kutsal savaş” çağrısı için baskı
yaptığını ifade ederler. Kimi tarihçiler ise, Papa II. Urban’ın bu
girişiminde, kendisine rakip olan bir diğer papa adayını gölgede
bırakabilme isteğinin rol oynadığını düşünürler.
Papa’nın çağrısına heyecanla tabi olan Avrupalı krallar, prensler,
aristokratlar veya diğer insanlar da aslında temelde dünyevi niyetlerle
bu savaş çağrısını kabullenmişlerdi. “Fransız şövalyeleri daha fazla
toprak ummuş, İtalyan tacirleri Doğu Avrupa limanlarında ticareti
büyütmeyi hayal etmiş, çok sayıdaki yoksul insan da, sadece gündelik
sıkıntı ve zorluklarından kaçabilmek için bu seferlere katılmıştı.”
Nitekim bu aç gözlü kitle, yol boyunca pek çok Müslümanı -ve hatta
Yahudiyi- sırf “altın ve mücevher bulma” hayaliyle öldürdü. Hatta
Haçlılar, öldürdükleri insanların karınlarını deşerek, “ölmeden önce
yuttuklarına” inandıkları altın ve değerli taşları araştırıyorlardı.
Haçlıların maddi hırsı o kadar büyüktü ki, IV. Haçlı Seferi’nde
Hıristiyan Konstantinopolis’i (yani İstanbul’u) dahi yağmalamaktan
çekinmemişler, Ayasofya’daki Hıristiyan fresklerinin altın kaplamalarını
sökmüşlerdi.
Haçlı Barbarlığı
İşte kendilerine “Haçlılar” denen bu güruh, üç büyük grup halinde
1096′nın yaz aylarında yola çıktılar; farklı rotaları izleyerek
Konstantinopolis’de bir araya geldiler. Bizans İmparatoru I. Alexius’un
elinden gelen desteği verdiği bu topluluk, yaklaşık 4.000 atlı şövalye
ve 25.000 yaya askerden oluşmaktaydı. Ordunun kumandanları, Toulouse
Kontu Raymond, Taranto Dükü Bohemond, Godfrey of Bouillon, Vermandois
Kontu Hugh ve Normandiya Dükü Robert’di. Manevi liderliği ise, II.
Urban’ın yakın arkadaşı olan Piskopos Adhemar of Le Puy üstlenmişti.
Haçlılar yol boyunca pek çok yeri yakıp-yıktıktan, pek çok Müslümanı
kılıçtan geçirdikten sonra 1099 yılında Kudüs’e vardılar. Yaklaşık 5
hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehrin düşmesiyle kente
girdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle, “Buldukları tüm Arapları ve
Türkleri öldürdüler… Erkek veya kadın, hepsini katlettiler.”
Kudüs’e giren Haçlılar karşılaştıkları herkesi akla hayale gelmez
işkencelerle öldürdüler, kılıçtan geçirdiler; buldukları herşeyi
yağmaladılar. Camilere sığınan masum insanları çoluk çocuk, genç yaşlı
demeden katlettiler, Müslümanların ve Yahudilerin kutsal mabetlerini
tahrip ettiler. Şehrin sinagogunda saklanan Yahudileri, sinagogu ateşe
vermek suretiyle yaktılar. Eşine az rastlanır bu barbarlık şehirde
öldürecek kimse kalmayıncaya kadar devam etti.
Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti “övünerek” şöyle anlatıyordu:
“Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları
-ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı.
Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı
canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin
sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki, yolda
bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar,
Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi
oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz.
En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların
yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.”
Araştırmacı Desmond Seward ise, The Monks of War (Savaşın Rahipleri) isimli kitabında bu vahşeti şu şekilde tasvir ediyordu:
“Temmuz 1099′da Kudüs ele geçirildi. Yağmalamanın vahşiliği,
Kilisenin soydan gelen içgüdüleri Hıristiyanlaştırmakta ne kadar az
başarılı olduğunu ortaya koyuyordu. Kutsal kentin tüm nüfusu kılıçtan
geçirildi; Yahudiler, Müslümanlar, erkek, kadın ve çocuk toplam 70.000
kişi üç gün süren bir soykırımda katledildiler. Bazı yerlerde askerler
ayak bileklerine kadar yükselen kan gölü içinde yürüdüler ve sokaklarda
gezen atlıların üzerlerine kan sıçradı.
Bir tarihi kaynağa göreyse, Haçlıların vahşice öldürdüğü
Müslümanların sayısı yaklaşık 40.000′dir. Her ne kadar öldürülenlerin
sayısına ilişkin rakamlarda farklılıklar olsa da, Haçlıların kutsal
topraklarda yaptıkları büyük bir barbarlık örneği olarak tarihte yerini
almıştır.
Birinci Haçlı Seferi, 1099 yılında Kudüs’ün düşmesi ve yaklaşık 460
yıldır Müslümanların egemenliği altında bulunan toprakların
Hıristiyanların eline geçmesiyle sonuçlandı. Haçlılar, Kudüs’ü
kendilerine başkent yaptılar ve sınırları Filistin’den Antakya’ya kadar
uzanan bir Latin Krallığı kurdular.
Bu tarihten sonra Haçlıların Ortadoğu’da tutunabilme mücadelesi
başladı. Kurdukları devleti ayakta tutabilmek için örgütlenmeleri
gerekiyordu. Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan “askeri tarikatlar”
kuruldu. Bu tarikatların üyeleri, Avrupa’dan Filistin’e göç edip,
burada bir tür manastır hayatı yaşıyor, bir yandan da Müslümanlara karşı
savaşmak üzere askeri eğitim görüyorlardı.
İşte bu tarikatlardan biri, diğerlerinden farklı bir yol tuttu. Ve
tarihin akışına etki edecek bir değişim yaşadı. Bu tarikat,
“Tapınakçılar” tarikatıydı.
Tapınakçılar’ın Kuruluşu
Tapınakçılar, Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmelerinden ve bir Latin
Krallığı kurmalarından yaklaşık 20 yıl sonra tarih sahnesine çıktılar.
1118 yılında kurulan ve herkesçe tanınan adı “Tapınakçılar” veya
“Tapınak Şövalyeleri” (İngilizce’de Templars ya da Knights Templar) olan
bu tarikatın tam ismi “İsa’nın ve Süleyman Tapınağı’nın Yoksul
Şövalyeleri” idi. (“Pauperes Commilitones Christi Templique Salomonis”)
Kurucuları ise toplam 9 şövalyeden oluşuyordu: Hugues de Payens, Godfrey
de St. Omar, Godfrey Rossal, Gundemar, Godfrey Bisol, Payen de
Montdidier, Archibald des St. Aman, Andrew de Montbard ve Provins Kontu.
Ortaçağ Avrupasının en güçlü, en etkili ve hakkında en çok konuşulan
örgütlerinden biri olacak bu tarikatın kuruluşu Kudüs’te sessiz sedasız
gerçekleşti. (Bu tarikat hakkındaki bilgilerin önemli bölümü, 12.
yüzyılda yaşayan tarihçi Guillaume de Tyre kanalıyla günümüze
ulaşmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder