Türkler kahvehanesiz yaşayamaz…
Kahvehanelerine mektebi irfan,
kıraathane ya da halk üniversitesi gibi isimler veren başka bir millet
de bulamazsınız yeryüzünde. Hayat Fakültesi’ nin hazırlık sınıf diyenler de vardır. Kadınlardan kurtulmak isteyen erkekler için sığınma evleri diyen de…
Ünlü hikâyecimiz Sait Faik “Dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz
ve yüzde yüz bağımsız üniversiteler olan kahveler, insanların nabzının
ne yolda olduğunu, hızlı mı atıyor, yoksa atışta hoplamalar mı var,
şipşak ortaya koyarlar.” diye anlatır kahvehaneleri.
Kahvehaneler bir çeşit psikolojik
tedavi merkezleridir aynı zamanda. Kimisi kimi maç seyretmek için, kimi
tavla, okey, 51, batak, king… oynamak için tutar kahvenin yolunu.
Kiminin maksadı ise bedava gazete okumaktır. Orada hükümetler kurulur,
hükümetler devrilir, bakanlar değiştirilir… Takımlara taktik verilir…
Ne olursa olsun, kültürümüzde çok
önemli bir yeri vardır bazen kısaca kahve, bazen o ‘h’ yi de yutup kâve
de dediğimiz bu mekânların.
Tabii, bizim kahveleri şimdiki “cafe”lerle de karıştırmamak lâzım,
onların adı da kahveden geliyor ama onlar bambaşka bir kültürün
uzantıları olan bambaşka yerler. Açıkçası da “Cafe” bizi bozar.
KAHVECİLERİN PİRİ
Nasıl bizim tıbbın Hipokratı varsa, kahvecilerin de vardır ve adı da Şeyh Şazeli’dir.
Salâh Birsel “Kahveler Kitabı”nda tarihçi Ahmet Efendi’ ye dayanarak
kahveyi Şeyh Şazeli isimli bir dervişin bulduğunu anlatır. Tekkesinden
kovulan ve sürgüne gönderilen bu derviş Arabistan’da Moka yöresinde
açlıktan bitkin bir halde dolaşırken, o bölgeyi kaplayan bir ağacın
meyvelerini kaynatıp içmeyi dener. Üç gün yalnız bu suyla yaşar. Bu
sırada arkadaşlarından ikisi, onun haline üzülerek kendisini bulmak ve
ona yardım etmek için sürgün yerine gelirler, ancak bunların her ikisi
de uyuza yakalanmışlardır. Dervişin yaşamasını borçlu olduğu içeceği
merak edip tadarlar. Kokusunu çok beğenirler. Orada kaldıkları sekiz gün
boyunca hep ondan içerler, sekizinci gün sonunda hastalıklarından
kurtulunca da iyileşmelerini bu içeceğe yorarlar. O zaman haber Moka’da
hızla yayılır. Herkes kahve adıyla anılan bu meyveleri toplamaya, suyunu
kaynatıp içmeye başlar. Böylece de kahve Arabistan’da yaygın olarak
kullanılan bir içecek olur.
Bu hikâyeye göre kahveci esnafı, kahveyi bulan Şeyh Şazeli’ yi “pir”
kabul ederler. Osmanlıların son dönemlerine kadar İstanbul’daki
kurukahveci dükkanlarında “Ya Hazreti Şeyh Şazeli” yazan levhalarının
nedeni de işte budur.
OSMANLININ KAHVEYLE TANIŞMASI
Tarihçi Solakzade, kahvenin Yavuz
Sultan Selim’in Mısır seferinden sonraki yıllarda Müslüman tüccarlar
tarafından 1519′da İstanbul’a getirilmiş, ancak fazla rağbet görmemiş
olduğunu anlatır.
Kahve, asıl Yemen Valisi Özdemir Paşa sayesinde ünlenir. Paşa, Yemen’de içip lezzetini çok beğendiği kahveyi Kanuni Sultan Süleyman’a da ikram eder.
Padişah da saraydakiler de pek hoşlanırlar bu ilk defa tattıkları
içecekten. Böylece saraya giren ve çok beğenilen kahve kısa zamanda
saraydan halka da yayılır. Kahire’den gemilerle çuval çuval kahve
İstanbul’a getirilmeye başlanır.
Tabii saraya kahvenin girmesiyle derhal bir kahvecibaşı makamının kurulduğunu söylemeye bile gerek yok. Üstelik kahvecibaşılık,
öyle herkese nasip olan bir makam da değildir. Bunlar sadık ve sır
tutmayı bilen kişiler arasından özenle seçilir. Kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenler dahi olurmuş diyelim de makamın değeri iyice anlaşılsın.
İstanbul’da ilk kahvehaneler de 1555
yılında biri Halep’ten diğeri Şam’dan gelen Hakim ve Şems isimli
kişiler tarafından Tahtakale’ de açılıyor ki, Tahtakale o devirde
İstanbul’da ticaretin merkezi, can damarıdır. Bugünkü Tahtakale de
ticaret merkezi ama, eski çapında değil elbette; sahte Viagra, kaçak
telefon, ucuz Çin malı oyuncaklar… merkezi.
Kim bilir bu kahvelerin olduğu binaları kimler kaç kere yıkıp kaç kere yeniden yapmışlardır. Keşke
bu hem bizim hem de dünyanın ilk kahvehanelerini koruyabilmiş olsaydık,
bu yerler ne çok turist çekerdi düşünebiliyor musunuz? Birazcık tarihimize, kültürümüze sahip çıkma bilincinde olsak, ah.
Tahtakale’dekilerin peşi sıra da şehrin birçok yerinde ardı ardına
pek çok kahve açılır. İnsanlar akın akın buralara gelmeye başlarlar. Ne
var ki, halkın kahveye ve kahvehaneler gösterdiği bu aşırı ilgi
imamları, hocaları çok rahatsız eder, hatta zamanın Şeyhülislamı
Ebussuut Efendi “Kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyin yasak”
olduğu şeklinde bir fetva bile verir. Çünkü, bir mahalleye “bir ekmekçi
fırınına mukabil, on kahvehane” isabet etmesinden de anlaşılacağı gibi
durum o kadar vahimdir ki, iş İstanbul’a kahve getiren gemilerin dipleri
delinerek batırılmasına kadar bile gider. Ama, tabii yasaklarla bir
yere varılmıyor. Tüm bunlara karşılık kahvelerin sayısı her geçen gün
artar da artar.
Önce şairlerin, yazarların ve
zamanın entelektüellerinin buluştukları, memleket meselelerini
konuştukları tartıştıkları yerler olan kahveler, dönem dönem yasaklansa
da giderek sosyal hayatın ayrılmaz pir parçası olarak toplumdaki
yerlerini alırlar. Mahalle kahveleri, esnaf kahveleri, yeniçeri
kahveleri, tulumbacı kahveleri, aşık kahveleri, semavi kahveleri, meddah
kahveleri, esrarkeş kahveleri… gibi türlü türlü kahveler açılır. Hatta
bir zamanlar seyyar kahveler bile varmış. ü
Tarih boyunca bizde bir kıraathane-kahvehane kültürü gelişir.
Oralarda sadece kahve içilmeyip sohbetler edilir, dertleşilir,
tartışılır, şiirler söylenir, çalgı çalınır, kitap okunur, tavla, kağıt,
domino oynanır, nargile içilir.
BUGÜNÜN KAHVELERİ
Günümüzde, her mahallede hatta neredeyse her sokakta bir mahalle
kahvesi vardır. Bir gazete haberine göre ülkemizdeki kahve sayısı
400.000′in üzerinde iken kütüphane sayısı ancak 1.500 kadarmış.
Bizim Çehov’ umuz Sait Faik şöyle anlatır zamanının kahvehanelerini:
“Severim kıraathaneleri. Bir ihtiyar
gözlüğünü takmıştır. Ötekisi elinden bir türlü gazeteyi bırakmayana
içerlemektedir. İki yaşlı-başlı adam, çocuklar gibi olmuş, domino
oynamaktadır. Üç kişi hiç aklınıza bile gelmeyen bir siyasal
düşüncededir. Bir küçücük, sizin dikkatinizi bile çekmeyen bir haberden
neler de neler çıkarılır Yarabbi ! Sonra birdenbire hiç ummadığınız
birinin karaborsayı nasıl ortadan kaldıracağını anlatışına dalarsınız.
Düşünceleri önce size gülünç gelir. Sonra: Hani hiç de yanlış değil,
dersiniz.
Soğuk, temiz, beyaz mermerli, ince belli çay bardaklı, mavi, sarı,
turuncu fincanlı, köylü zayıf garsonlu, sarı yüzlü ocakçılı İstanbul
Kıraathaneleri ! İstanbul’u, İstanbul halkını, derdini, beğenisini,
bilgisini, becerikliliğini sinemalardan, yılışık, ciddi tiyatrolardan,
dahası, evlerden daha çok siz temsil ediyorsunuz. Siz birer tembel
yatağı değil, birer bağımsız üniversitesiniz. Üniversiteden daha
bağımsızsınız.”
AVRUPA KAHVEYİ DE KAHVEHANEYİ DE BİZDEN ÖĞRENDİ
Avrupa’ nın kahveyle tanışması Osmanlı ve Venedikli tüccarlar
aracılığıyla olmuştur. 1615 yılında İtalya’ ya götürülen kahve, uzun
süre seyyar satıcılar tarafından limonata gibi sokaklarda satılmış, ilk
kahvehane ancak 30 yıl sonra 1645′de de Venedik’te açılmıştır. Yani
bugünkü Starbucks’ların… Gloria Jeans’lerin belki de ataları
diyebileceğimiz ilk kahvehane.
Kahveyi Fransızlar da Avusturyalılar da İngilizler de sayemizde tanımışlardır.
Kahve, 1669′da XIV. Louis devrinde elçimiz Süleyman Ağa tarafından
“sihirli içecek” adıyla Paris sosyetesine tanıtılır ve çok beğenilir,
rağbet görür. Beğenilmez mi, Fransızlar ağızlarının tadını bilen
insanlardır. 1686′da da Café de Procope ismiyle Paris’in ilk gerçek
kahvehanesi açılır ve hatta o zamanın Rousseau, Diderot ve Voltaire gibi
pek çok ünlü kişileri bu mekânda kahvenin tutkunu olurlar.
Avusturyalıların kahveyle tanışması ise 1683 yılında IV. Mehmet
zamanında başlatılan ve bozgunla biten II. Viyana Kuşatması sonrasında
olmuştur. Osmanlı ordusu geriye çekilirken arkasında deve, sığır, katır,
koyun ile çuvallar dolusu buğday, pirinç, bal gibi yiyecek maddeleri ve
500 çuval da siyah, hoş kokulu taneli ne olduğu bilinmeyen bir şey de
bırakmıştır. Ne deveyi, ne kahveyi tanıyan Viyanalılar, önceleri bu
taneleri deve yemi sanırlar. Hatta bir kısım çuvalları yakıp bir kısmını
Tuna nehrine bile atarlar. Ama, uzun seneler Türklerin arasında
yaşadığı için kahvenin ne olduğunu bilen ordunun tercümanı Georgi
Kolschitzky, savaşta gösterdiği başarıların karşılığı olarak bu
çuvalların kendisine verilmesini ister. Bu uyanık Polonya’lı, önce ev ev
dolaşarak, sonra çadır kurup halka bedava kahve ikram ederek Viyana’
lıların bu içeceği tanımalarını sağlar. Bu da, günümüzde de
Nescafe’cilerin uyguladıkları yöntemin her halde ilk şeklidir.
Kahvenin sevilip aranılır olmasıyla Viyana’da ilk kahvehaneler ardı ardına açılmaya başlar.
İngilizler de kahveyi Oxford’ da 1637′de bir Türk sayesinde tanırlar.
Kahve özellikle öğretim üyeleri ve öğrenciler tarafından çok benimsenir
ve hatta Oxford Kahve Kulubü bile kurulur, şehirde de 1650′ de Angel
ismindeki ilk kahvehane açılır.
Bir İngiliz gezgin olan Charles MacFarlane’ in bundan kaç yüzyıl önce söylediği söz aynen geçerli: Türkler kahvesiz yaşayamaz!…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder