DENEME TÜRÜ
Tanımı Deneme,
bir yazarın herhangi bir konuda kendi özel görüş ve düşüncelerini
anlattığı yazılardır. Denemeler, öznel (subjektif), kesin kuralları
olmayan, iddiasız yazılardır. Belgelere dayanan bilimsel açıklamalara
yer verilmez. Yazar, kesin yargı ve sonuçlardan kaçınır; kendi
kendisiyle konuşuyormuş gibi samimi bir şekilde düşündüklerini yazıya
geçirir. Denemenin
konusunda herhangi bir sınırlama yoktur. Genellikle edebiyat, sanat,
bilim ve felsefe konularında yazılır. Yazarın ele aldığı konuyu iyice
kavramış olması ve derinliğine işlemesi gerekir. Şiirimiz Üzerine ‘de
Nurullah Ataç’ın Türk şiirini hem dönemler halinde birbirleriyle
karşılaştırdığını, hem de klasik Avrupa şiirinin özellikleriyle
aralarında benzerlikler kurduğunu görüyoruz. Deneme niteliğinde yazılmış
hikaye ve roman türleri de vardır.
Özellikleri
·Öğretici metinlerdir.
·Denemede konu özgürce seçilir.
·İnsanı
ve toplumu ilgilendiren her şey (yaşam, ölüm, aşk, felsefe, din, ahlak,
töre, siyaset, bilim vb.) denemenin konusu olabilir.
·Deneme yazarı kendisiyle konuşur gibi yazar.
·Yazar dili doğru ve güzel kullanır.
·Düşünce ufku geniş ve kendine özgü bilgi birikimine sahiptir.
·Kendi duygularının dışında başkalarının düşüncelerine de saygı duyar.
·Denemeci ele aldığı konuyu içtenlikle anlatır.
·Denemeci, bayağı bir anlatıma inmeden terim ve felsefi kavramların ağırlığından uzak bir üslubu tercih eder.
·Denemeci, denemenin sonunda kesin bir yargıya, birsonuca varmak amacında değildir.
·Deneme, herhangi bir konuda düşündürücü, öğretici, inandırıcı ve ufuk açıcıdır.
·Deneme rahat okunan bir düşünce yazısıdır.
·Denemecinin
öne sürülen her düşünce ya da savı doğrulama, kanıtlama gibi bir
kaygısı yoktur. Deneme, makale ve eleştiriden bu yönüyle ayrılır.
·Deneme
yazarı birçok kaynaktan beslenir. Felsefi, sosyolojik, tarihi tema ve
olayların yanında bilimsel veriler ve ünlü kişilerin özdeyişleri
olabilir. Yine de denemeci seçtiği konuyu farklı bir yaklaşımla işler.
Denemenin Amacı;
·Okuyucuyu düşünmeye yöneltmek
·Hayatın gerçeklerini ortaya koymak
·Kültür alanındaki değişme ve gelişmeleri fark ettirmek
·Birey -toplum ilişkisini dile getirmek
Deneme Örnekleri
DİLİMİZ ÜZERİNE Dilimiz,
konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir
zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir
buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda
olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille,
dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi
söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz
hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar
hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz.
Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan
durduracaktık. Yazarlarımızın
çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi
istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay
edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği
yeni dille yazıyor. Türkçe'de, yazı dilimizden Arap
dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat
takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü
yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa
Türkçe yazı yazılamaz… Dilimiz çirkinleşir…" dediler: Genç Kalemciler'e
ters baktılar, saldırdılar.
Genç Kalemciler'e
yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği
oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik
verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi! O
kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni
kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri
bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu
görmek istemiyorlar. Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya
kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor.
Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini
asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım
zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü
yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha
doğrusu isteyerek, ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar. Bunun
böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle,
buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla
oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi
söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı
koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.
Nurullah ATAÇ
TÜRK’ÜN MUTLULUĞU: ATATÜRK Şeflerin
ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol
göstermektir” diyordu Atatürk ölümünden bir yıl önce yabancı bir
devletin dışişleri bakanına. Tarihimizde ilk defa gerçekten halka
yönelmiş, köylüsüyle elele kurtuluşunun, mutluluğunun destanını yazmış
bir devlet adamımızın dünyaya seslenişiydi bu. İmparatorluklar
kurmuş bunca devlet adamları uluslarına ne getirmişti yağmalar
talanlar, sönmüş ocaklar, kinler, her iki yandan göz yaşları ahlar
vahlar pahasına kazanılan topraklarla kendi şan şeref edebiyatları,
fetih gururları d ışında? Anadolu halkına, köylüsüne ne kazandırmıştı
bunca fetihler istilâlar “hanedan” gururu, şan şeref tutkuları dışında,
hayatı sevinç ve istekle karşılamak için ne yol göstermişlerdi
uluslarına? Bir Atatürk gösterdi
halkına, köylüsüne hayatı sevinç ve istekle karşılamanın, insan gibi
yaşamının yolunu. Çünkü bir halk çocuğu, bir halk adamıydı Atatürk.
Gücünü zorbalıktan, tanrısal desteklerden değil, halkın güveninden,
halka güveninden, sevgisinden alıyordu. Halktan gelmiş, halka
yönelmişti. Atatürk Türk ulusunun
mutluluğunu kendi mutluluğundan ayırmıyordu. O da, her insan gibi mutlu
olmak istiyordu elbet. Ama bir başkumandan, bir devlet şefi olarak, tek başına
mutlu olamayacağını biliyordu. Oysa, tarih bize saraylarına kapanıp
halkının köylüsünün dışında mutlu olmaya çalışan nice devlet şefi örneği
veriyordu. Atatürk, halkıyla köylüsüyle birlikte mutlu olmak istiyordu.
Köylüsü aç, halkı mutsuz yaşarken kendinin mutlu olamıyacağını
biliyordu. Bunca rütbeleri, sırmaları şanları şerefleri bırakıp Kurtuluş
Savaşına koşmasını nasıl açıklayabiliriz yoksa? Bu savaş, Türkün
mutluluğuna açılan ilk kapıydı. Ana yurdu kurtulduktan sonra Türke
hayatı sevinç ve istekle karşılamanın yolunu göstermek gerekti. Bu yol
batı uygarlığına giden yoldu. Türkiye’nin
dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler gibi, “ölmesini
bilmiyen şeylerle yaşamasını bilmeyenler arasındaki amansız çatışma”
daydı. Ölmesini bilmiyen şeyler, Türkiye’yi batı dünyasından en az bir
iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar, yobazlıklar, olumlu bilgi
düşmanlığıydı. Yaşamasını bilmeyenlerse, tâ II.Mahmut’tan bu yana
başlayan; ama en iyi neyitli aydınlarımızın bile ölesiye bağlanıp
yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri batı uygarlığını yapan bilim
kafasıydı. Atatürk bu çatışmada
ölmesini bilmiyen şeylere karşı yaşaması gerekeni yaşatmaya çalışmış ve
bunda büyük ölçüde başarıya ulaşmış tek devlet adamımızdır. Devrimleri
tam yaptığına inanacak kadar saf değildi Atatürk. “Benim yaptığım işler
birbirine bağlı ve gerekli şeylerdir. Bana yaptıklarımdan değil
yapacaklarımdan söz edin” derken, devrimlerin tam olmadığını anlatmak
istiyordu. Biliyordu ki devrimleri yetersizdi. Ama bu yetersizliklerin
yine devrimlerle giderileceğini, devrimlerin yine devrimlerle ayakta
kalabileceğini de biliyordu. Onun için de Atatürk, devrimlerini ulusun
en dinç, en dinamik bölüğüne, gençliğe emanet etmişti. Atatürk
,Türk ulusuna hayatı sevinçle karşılamanın, yani mutluluğunun yolunu
göstermiştir. Bu yolda yürümek, bu uğurda ölesiye savaşmak, devrimleri
devrimlerle beslemek Türk aydınına düşen en büyük bir görevdir. Vedat GÜNYOL DOSTLUK …
Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı gözönünde tutmalı
diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç
mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek
başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde
etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma
dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın
(tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren
sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca
nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum
gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir,
oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey
gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme
(ihtiyaç) değil, doğa yaratır. Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar
elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var…
Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan
-haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına
vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Halbuki önce iyi insan olmak,
sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim
sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur:
Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının
esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti
sevecekler, birbirleri için her şeyi yapacaklar, ama birbirlerinden
şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız
sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı
kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Bunu sananlar, tehlikeli
şekilde yanılırlar. Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye
vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur:
erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla
birleşip ortak olarak erişsin. Bu türlü bir birlik bazı insanlar
arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe
götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı. İşte, bence, insanların
peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve
sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün bunlar var olunca,
hayat mutluluk doludur.
Cicero ÖLÜM ÜSTÜNE Madem
ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e; "Otuz
zalimler seni ölüme mahkum ettiler," denildiği zaman: "Tabiat da
onları!" demiş. Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz
diye dertlenmek ne budalalık! Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin
doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz
sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza
ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata
gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden
soyunarak girdik. Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz.
Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı
mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü
yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının
suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler.
Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde
ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını
hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların,
şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında
bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür. Tabiat bunu böyle
istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp
gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan
ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının,
şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat
meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler – Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün
her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de
içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut
şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken
ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden
daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır. Hayattan edeceğiniz kârı
ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin. "Niçin hayat
sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin
günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha
başka günler katmak istiyorsun? Lucretius." Hayat kendiliğinden ne iyi
ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz. Bir gün yaşadıysanız
her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir
gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın
göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Montaigne KÜLTÜR VE MEDENİYET Alman
tarihçilerinin dilinde kültür lafı, daha önce mevcut olan medeniyete
çok yakın bir mana kazanır. Bununla beraber bir takım ayrılıklar
önerilir. Kültür, insanoğlunun fizik
dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kollektif araçlar
bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır. Medeniyet
ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça
yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel sanatlar,
felsefe, din ve hukuk gibi… Ama bunun aksini ileri
sürenler de var. Onlara göre, medeniyet toplum yaşayışının maddi ve
faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin, üretimin,
teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık. Peki kültür, o da
toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf
düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir. Bu tekliflerden
hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit hem de
birikim olarak. Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri Alman
sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş. Fakat antropolog ve
sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve karanlık bulmuş.
Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar arasında
böyle bir ikilik kurulamaz. Sosyolog ve antropologların yüzde doksanı
"medeniyet" kelimesini kullanmaz, "kültür" kelimesini tercih ederler.
Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır. Kimine göre farklı. Bu iki
kavramı ayıran çağdaş sosyologlara göre, medeniyet kelimesi aralarında
yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürler bütününü
belirtmek için kullanılmalıdır. Mesela Batı medeniyeti denince Fransız,
İngiliz, İtalyan, Amerikan kültürleri anlaşılmalıdır. Yani kültür
kavramı belli bir topluma bağlıdır. "Medeniyet" ise zaman ve mekanda çok
daha geniş, çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmalıdır.
Durkheim (Durkheym) ile Mauss, medeniyetten, belli bir sosyal
organizmaya bağlı olmayan sosyal olayları anlarlar; bu olaylar milli
ülkeleri aşar, belli bir toplumun
tarihi
ile de sınırlanamaz, milletlerüstü bir hayatları vardır." Medeniyet
kelimesi, ilmi ve teknik gelişme, şehirleşme, sosyal organizasyonun
giriftliği bakımından daha ileri bir aşamada bulunan toplumlar için
kullanılır. Kelimenin eski anlamı bu idi. Zamanımızda daha çok,
sanayileşme, modernleşme, gelişme gibi lafızlar tercih edilmektedir.
Medeniyet kelimesinin beraberinde getirdiği değer hükümlerinden
sıyrılmanın başka çaresi yoktur.
Cemil MERİÇ HAYAT VE EDEBİYAT Hayatın
en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile bağı olan
edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli,
en karışık yönleriyle anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu
gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi,
açık açık yansıtmayan bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir
edebiyattır. Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek
hünerli kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı
şeyler yapabilirler. Fakat, ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam
kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer.
Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade görünen o meçhul
sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya, sert
bir rüzgara dayanamazsa, hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat
da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur.
Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam
rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar
tabii ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin
ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden
çok samimidir. İşte bunun gibi milletler için de "güzel" ve "iyi"
telakkilerinden daha "milli" hiçbir şey yoktur. Bir toplumu
başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik
hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya
ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır.
Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün genişliği ve
bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği
yerde sanatın başlayabileceğini, nedense, hala anlayamadık!
Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder