4 Mayıs 2012 Cuma

Tasavvuf Düşüncesi Nedir

Tasavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah’a bağlamak demektir.
 Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.

 VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak güzellik vardır.İnsan Allah’ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir.
 Tasavvuf inancına göre bu dünya geçicidir.Ve Allah’tan ayrılan ruh ona dönmeye çalışmaktadır.Allah’a ulaşmak için dünyevi zevklerden vazgeçip, aşkla Allah’a bağlanmak gerekir.İnasana duyulan aşk mecazi,Allah’a duyulan aşk gerçek aşktır.
 Tasavvufçular Allah’a ibadetle değil sevgiyle ulaşabileceklerine inanırlar.Cennet ve cehennem önemsizdir.Onlar için cennet Allah’a kavuşma,cehennem ise Allah’tan ayrı kalmaktır.
 asavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah’a bağlamak demektir.
 Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.


Tasavvuf Nedir?
 Köklerinin Eflâtun (Platon)’da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı’nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?
Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı’nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün” emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak’ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı’nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.
Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?
Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.
Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk’ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.
İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak” (ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Burada “devir”, devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Alem-î Gayb’dan Alem-î Şühud’a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.
Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?
Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil’e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.
Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.
Tarik” Arapça’da “yol” demek, ama “tarikat” şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.
İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz, yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.
Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.
Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.
Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder