11 Mayıs 2012 Cuma

Uğur Mumcu’nun Ölümsüz Yazıları – Makaleleri

EMPERYALİZM ve HUKUK
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı ise emperyalizme karşı savaşılarak kazanılmıştır. Anayasa’nın önsözünde, bu olgudan söz edilirken, “milli mücadele ruhu”nun devletimize kaynak olduğu da açıkça belirtilmektedir. “Milliyetçilik”, emperyalizme karşı verilmiş Kurtuluş Savaşı’nın bilincine sahip olanların ulusal duygularıdır bu bakımdan.

Oysa, kavram tam tersine çevrilmiştir. Emperyalizmden, yabancı sermayeden, hilafetten yana olanlarla, politika sahnesinde herrenge girmeyi hüner sayanların aritmetik toplamına “milliyetçi” denilmektedir. Milliyetçi olan ile olmayanı ayıracak en keskin ölçü, emperyalizme ve sömürüye karşı takınılan tavır ile belirlenebilir.
Hatırlarsınız, bir zamanlar radyolarda “Köy Saati” adıyla bir program yayınlanırdı. Bu programda ülke sorunları, köylü yurttaşlarımıza anlaşılır biçimde anlatılırdı. Bu profram bazı çevrelerde tepkiyle karşılandı ve program yapımcısı Abdullah Yılmaz, mahkemeye verildi. Yılmaz’ın suçu, boraks madenlerinin devletleştirilmesini istemesiydi. Yargılama sonunda Abdullah Yılmaz mahkum oldu. Gerekçesini öğrenmek ister misiniz?:
- Emperyalizmi kötü göstermek…

Yani, bu karara imza atan saygıdeğer yargıç, boraks madeninin devletin elinde olmasını savunan bir görüşü, “emper-yalizmi kötü göstermek” diyerek gerekçesine yazabiliyor. Oysa Anayasa’nın 130′uncu maddesini açarsanız şu satırları okursunuz:
- Tabii servetler ve kaynaklar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı devlete aittir…
Bazı yargıçlar, Cumhuriyetin temelini oluşturan “milli mücadele ruhu” ile antiemperyalist bilinç ve eylemi, komünizm propagandası olarak anlamakta ve yorumlamaktadırlar. Örnek çok…
Türkiye’de solcu düşünce ve eylemin gündeminde emperyalizme karşı savaş yer almaktadır. Temelinde, “milli mücadele ruhu” yatan bir devletin, emperyalizme karşı savaşı bir devlet felsefesi yapması gerekirken, tersine, emperyalizme karşı olmak, suçların en büyüğü sayılmaktadır.
Mustafa Kemal, Temmuz 1922′de Türk Kurtuluş Savaşı’nın niteliğini belirlerken, şu tanımları ve eğilimleri ortaya koymaktadır:
” Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk biterdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Türkiye şimdiye kadar, mevcut tarih kitaplarının değil, tarihin hakiki icabatını takip etmiştir. Filhakika mevcut tarihlerin kaydettiği hadisat, milletlerin efkar ve ameli harekatı değildir…”
Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı’nın bütün ezilen uluslar adına da yürütüldüğünü anlatırken, tarih kitaplarının yalan yazdıklarını ve özellikle ezilen ulusların gerçek görüş ve eylemlerini yansıtmadığını da, açık dille anlatmaktadır. Kurtuluş Savaşı bilinci budur…
Bu sözleri söyledikten tam on bir yıl sonra, aynı bilinç Mustafa Kemal tarafından şöyle vurgulanmaktadır:
” Müstemlekecilik ( sömürgecilik ) ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır…”
Bu sözleri, Atatürk söylememiş olsa da, bizlerden biri yazsa, kimbilir neler olurdu?.. Savcılar yakamıza yapışır, sağcı gazetelerde binbir türlü yorum çıkar:
- Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümüne… diye başlayan ünlü madde gereğince bileklerimize hemen kelepçe takılırdı.
Emperyalizmin yeryüzünden yok olacağını; yerine din, ırk ve renk ayrımı gözetmeyen yeni bir düzen kurulacağını söyleyen Mustafa Kemal Atatürk, aynı konuşmasında şunları haykırmaktadır:
” Şark’tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır… Size bu sözleri söyleyen, Cum-hurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir…”
İşte Kurtuluş Savaşı’nın gerçek sesi de budur…
Bunlara rağmen, bazı yargıçlar, Kurtuluş Savaşı’nı bir yana bırakıp emperyalizme karşı söz, yazı ve eylemi, Türk Ceza Yasası’nın 141 ve 142′nci maddelerine sokmakla, acaba tarihin akışını beş on yıllık cezalarla tersine çevireceklerini mi sanmak-tadırlar?..
ATATÜRKÇÜLÜK ADINA..
Önceki gün Cumuriyet’te okumuşsunuzdur: Atatürk’ün emperyalizm ve kapitalizm konularındaki düşüncelerini Atatürk büstüne yazdıran kaymakam ve belediye başkanı haklarında kovuşturma açılmış… İçişleri Bakanı emir vermiş, Balıkesir Valisi de kovuşturma açmıştır.
Kovuşturma konusu sözler, Atatürk’ün, emperyalizm ve kapitalizme karşı çıkan düşünceleridir. Yani şu sözler:
- İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız…
Balıkesir ilinin Balya ilçesi Kaymakamı Kemal Baykal ve Belediye Başkanı Ali Şuuri İnal, Atatürk’ün bu sözleri dolayısıyla sorguya çekilmiştir. Evet Damat Ferit örfi idaresinde değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde, Kurtuluş Savaşımızın amaçları suç sayılmaktadır. Hem de bu savaştan yarım yüzyıl sonra.
Kurtuluş Savaşımızın “anti-emperyalist” niteliği çok partili düzenimizde suç konusu olmuştur artık. Atatürk’ün Bursa Nutku yargılandı, yetmedi. Sahte elyazılarıyla Atatürk’ün adına demeçler düzenlendi, bu da yetmedi… Şimdi de, Kurtuluş Savaşı’nın amacı suç sayılacaktır…
Son yıllarda, Atatürk adı, Atatürk düşmanlarının ellerine geçti. Uluslararası kapitalizmin sürüngenleri, tesbihli – takunyalı gericiler, tabancalı – bıçaklı saldırganlar, hep Atatürk’ün adını kullana kullana devleti işgal ettiler.
- Atatürkçü görüşle…
Bir zamanlar bu sözle başlamayan demeç ve konuşma duyamaz olmuştuk, ne yapılırsa, Atatürk ve Atatürkçülük adınanydı. Muhtıra ile hükümet devirirler, Atatürkçülük adına; hazırol emri ile hükümet kurarlar, Atatürkçülük adına; reform isterler, Atatürkçülük adına; Cumhurbaşkanlığına aday olurlar, Atatürkçülük adına; cunta kurarlar, Atatürkçülük adına…
İşte geldikleri nokta budur: Cumhuriyetimizin genç bir kaymakamı ve bir belediye başkanı Atatürk’ün sözlerini, Cumhuriyet alanındaki büste yazdırdıkları için suçlanıyorlar; dosyalar düzenleniyor, emirler veriliyor, kovuşturmalar açılıyor.
Bu da mı Atatürkçülük adına?..
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde “tam bağımsızlık” bilinci yatar. Kurtuluş Savaşı, tam bağımsız Türkiye’yi kurmayı amaçlamıştır. Onun içindir ki Mustafa Kemal:
- Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşıyoruz… demiştir.
Bu suçsa, suç olmayan nedir acaba? İşkence yapmak mı? Gencecik çocukları birbirleri ardından vurup öldürmek mi? Devlet kasasını soymak mı? Nedir suç olmayan?..
Kaymakam ve belediye başkanı, bu sözler yerine, “komünizm her görüldüğü yerde ezilmeli” diye, uydurma sözleri büste kazısalardı, biri hemen vali yardımcısı, öteki de milletvekili adayı olmazlar mıydı?..
Atatürk’ün antiemperyalist ve devrimci yanı, egemen sınıfların bilinçli politikalarıyla, gizlenmek ve örtülmek isteniyor. Atatürkçülüğü, gericiliğin ve tutuculuğun bayrağı yapmak isteyenler, acıyla ifade edelim ki, bu amaçlarında adım adım başarı da sağlıyorlar.
Çağımız kurtuluş savaşları çağıdır. Türk Kurtuluş Savaşı, bütün “mazlum milletler” için örnek olmuştur. Bu savaşım, antiemperyalist niteliği ile Kurtuluş Savaşımızın, devrimci ve ilerici özü, uluslararası kapitalizmin ve çağdışı gericiliğin elinde bozuk para gibi harcanıyor.
Kurtuluş Savaşı’ndan yarım yüzyıl sonra, bu savaşın kutsal amacı suç sayılırsa, söyleyin, 23 Nisanları, 30 Ağustosları, 29 Ekimleri, ne adına ve kim için kutluyoruz?
Hortlayan Damat Ferit midir? Vahdettin midir? Anzavur mudur? Kimdir acaba?..
İSMET PAŞA OKULU
Yöneticilerin kişilikleri çoğu kez, siyasal düzenin niteliğine bağlıdır. Eğer bir toplum, ulusal kurtuluş savaşı yaşamışsa, bu toplumda yöneticilerin kişilikleri ulusal kurtuluş hamuru ile yoğrulmuş demektir. Bu kişilikler ulusal bilince dayanır. Hereylem, her davranış, bu ulusal bilinç ile şekillenir. Mustafa Kemal, bu tür kişilerin örneğidir. Mustafa Kemal’i Atatürk yapan bu ulusal onur ve bu ulusal bilinçtir. Bunun içindir ki, Mustafa Kemalcilik ulusal onur, Atatürkçülük ise ulusal bilinç demektir.
Ulusal Kurtuluş Savaşımız bir avuç aydınla kazanılmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda, Atatürk’ün çevresinde çok az aydın, çok az uzman vardı. Devlet adamları is, Kurtuluş Savaşı’nın terlerini henüz silmemişlerdi. Meclis’i, savaş meydanlarından gelen kumandanlar doldurmuştu. Hiçbirinde, çağdaş devlet kavramı ve demokrasi tecrübesi yoktu. Fakat Cumhuriyet kuruldu; sanayide, maliyede, ekonomide ulusal onur sahibi bir Türkiye yaratıldı. Bu bir inanç ve bilinç sonucuydu. Mustafa Kemal, çevresinde bu onuru ve bilinci aşılamıştı. Kemalist devlet bu bilincin ve onurun adıdır.
Şimdi çok partili hayat içindeyiz. Dünya büyük bir hızla gelişiyor. Her konuda yetişmiş aydınlarımız ve uzmanlarımız var. Çağdaş devleti, demokrasiyi, çok partili hayatı bilen anlayan kişiler partileri doldurmuşlar. Türkiye’nin ihtiyacı olan bütün uzmanlık dallarında aydınlar yetişmiş. Hukukçu, ekonomist, mühendis, mimar, doktorlar, devlet çarklarında ve özel teşebbüs emrinde çalışıyorlar. Ama ulusal bilincimiz ve onurumuz yok. Eğer büyük uluslar yardım etmezlerse aç kalacağız. Türk ekonomisi bir dilenci çaresizliği içindedir. Bugün Türkiye’yi yönetenler de işte böyle bir toprağın ve böyle bir mevsimin acı meyvalarıdır.
Tek tek siyasetçilere kızmak mümkündür. Fakat düşünmek gerekir: Acaba, bu siyasetçiler hangi verimsiz toprağa atılmış tohumlardır?.. Ve hangi ulusal onur ve kişiliğin okulunda okumuşlardır?… Sanırız bu soruları cevaplandırmak gerekir.
Mustafa Kemal çevrsine ulusal bilinç aşılamıştır. Çevresindeki asker – sivil aydınlar bu bilincin sınavından geçmişlerdir. Atatürk’ün yakın arkadaşları, en güç koşullar altında, kendilerine verilen ulusal görevleri başarıyla yürütebilmişlerdir.
İsmet İnönü, Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşıdır ve Atatürk’ün ulusal bilinciyle yetişmiştir. Atatürk öldükten sonra Türkiye’nin baş sorumlusu İsmet İnönü’dür. Acaba, İsmet İnönü bu bilinci bugüne dek sürdürebilmiş midir?..
İsmet Paşa tek başına bir okuldur. Devlet anlayışı, denge hesabı, siyasal davranışları birçok siyasetçi tarafından benimsenmiştir. Bugün İsmet Paşa’nın siyaset okulundan mezun olmuşlardır. Kasım Gülek, Tahsin Bangaoğlu, Turhan Feyzioğlu bu okulun başarılı mezunlarıdır. Ecevit ise bu okuldan mezun olmanın ve parlak dereceli bir diploma almanın hazırlıkları içindedir. Devlet bürokrasisinde yer almış birçok kişi de bu okulun etkisi ile yetişmişlerdir. Şimdi devlet, İsmet Paşa Okulu mezunlarınca yönetilmektedir.
Açıkça sormak gerekir: Mustafa Kemal’in verdiği ulusal bilinci, İsmet Paşa, örneğin Feyzioğlu’na verebildi mi?.. Hayır! Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya öğrettiği ulusal onur bu okulda kime öğretildi?.. Kimseye! Bakınız Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi İsmet Paşa’nın ağzında sadece suçlama konusu. Kime karşı?.. Yabancı sermayeye mi?.. Hayır. Petrol şirketlerine mi?.. Hayır. Kıbrıs çıkartmasına engel olan Amerikan Hükümeti’ne mi?.. Hayır. Sadece ve sadece Mustafa Kemalci gençlere karşı!..
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdıklarını, çok partili düzende satmışız bir bir. Bu düzen de, Türkiye’yi çağdaş uygarlık yolundan uzaklaştırmıştır. Düzen, bir tek ulusal onur ve bilinçle yetişmiş lider çıkartmamıştır.
İnsanları devirler yetiştiriyor. İsmet Paşa’nın Okulu’ndan yetişmiş cüce siyasetçilere bakıp karamsar olmayalım. Bu topraklar şimdi verimsiz. Bir devrim yönetimi kurulsun, bakın göreceksiniz… Aydınlar, uzmanlar, devlet adamları nasıl inançla güçle halka hizmet edecekler. Türk Halkı’nın ulusal onurunu yeniden diriltenler; ancak bir devrim yönetimi ile ortaya çıkacaklar. Yeter ki, İsmet Paşa’nın siyaset okulundan diplomalara devlet kapıları kapansın.
Yeniden Mustafa Kemal’in inançlı günlerine dönmek istiyoruz. Ulusal bilincimiz ve onurumuz için…
İŞTE ATATÜRK BU…
Bugünlerde herkes Atatürkçü!.. Atatürk’ün yeminli düşmanlarından, Kemalizm’i modası geçmiş bir üst yapı devrimciliği sayan tuzu kuru şematik ilericilere kadar herkes, koro halinde Atatürkçülük yapıyor.
Biz, oldum olası Kemalizm’i, antiemperyalist bir olgu olarak gördük ve ilerici düşüncelerimizin odak noktasına Kurtuluş Savaşımızın ulusçu ve devrimci geleneğini yerleştirmeye çalıştık. Bizler her dönemde bu düşünceleri savunurken, şeriatçı, ırkçı, ümmetçi, kafatasçı çevreler ile “Asya tipi üretim biçimi” diye başlayıp, Osmanlı despotizmini toplumculuk sayan teorik mezhepcilik, Kemalizm’i hep aşağılamaya çalıştı. Örnekler ortada, örnekler gazete sayfalarında, örnekler kitaplarda!..
İlk Meclis’in gizli tutanakları geçen aylarda yayınlandı. Bunlar cilt cilt önümde duruyor. Bunları okuyor, Kemalizm’i, Atatürkçülüğü yasakçı bir düzen sayanlara, Atatürk’ün gizli tutanaklardan aktaracağım ve de gazetelerde ilk kez çıacağını sandığım şu düşünceleri armağan etmek istiyorum.
Önce gizli tutanağın cilt ve sayfa numaralarını vereyim:
TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre: I, İçtima I, Tarih: 22.1.1921.i, 31, C: 3. Sayfa 334…
Atatürk’ün komünist düşünceleri suç sayıp saymama konusunda gizli oturumda söyledikleri şunlar. Konuşmadaki eski sözcüklerin yerine yenilerini koymaya çalışarak aktarıyorum:
“- Efendiler, iki türlü önlem alınabilirdi. Birisi doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise, sınırın dışına atmak gibi zorlayıcı, şiddetli, kırıcı önlem kullanmak… Bu önlemleri almak, iki noktadan yararsız görülmüştür. Birincisi, iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli saydığınız Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zorlayıcı önlem uygularsak, o halde kayıtsız koşulsuz Ruslar’la ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünce ile birçok neden ve etkenden dolayı Ruslar’la temas ve ilişkide bulunmak ve görüşmek istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde uygulayacağımız önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir ulusun, bir hükümetin ilkelerini tahkir etmemek zorundayız. İşte bunun içindir ki zorlayıcı önlem kullanmak istemedik. İkinci bir noktadan da zorlayıcı önlem kullanmayı yararlı görmedik: Bildiğiniz gibi bu düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan kuvvetle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka, herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir kişiyle, herhangi bir düşüncesini kuvvet zoru ile reddederseniz, o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bunda dolayı, düşünce akımları cebir ve şiddet ve kuvvetle reddedilmez. Tersine takviye edilir. Buna karşı en etkili çare, düşünce akımına karşı düşünceyi oluşturmak, düşünceye düşünce ile karşılık vermektir. Bundan dolayı, komünizmin memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür…”
Evet, Atatürk budur; Atatürkçülüğün 1921 yılında bu duyarlı konuya bakış açısı budur! Kaldı ki, aradan geçen altmış yıl içinde dünyada birçok baş döndürücü değişim olmuş, çeşitli devletler arasında çok yönlü ilişkiler oluşturulmuştur. 1980′lerde, yasakçı bir düzeni Atatürkçülüğe dayanarak savunmanın olanağı yoktur. Çünkü Atatürkçülük, Atatürk’ün sözlerinden ayrı bir siyasal sistem olarak değerlendirilemez. Atatürk ne dediyse, Atatürkçülük odur!
Kemalizm, Atatürkçülük, bir tek sözcükte özetlenebilir: Bağımsızlık!.. Bu bağımsızlık içinde, her türlü düşünce akımına özgürlük sağlamak Atatürkçülüğün temel ilkelerindendir.
Birbaşka ülkenin başkentinden yönetilecek komünizm de, sosyalizm de, kapitalizm de ülke bağımsızlığına ve Atatürkçülüğe aykırıdır! Ancak, tıpkı öteki NATO ülkeleri gib, şiddet kullanmamak ve şiddet yöntemlerini savunmamak koşulu ile her düşünceye anlatım ve örgütlenme özgürlüğü sağlamak, Atatürk’ün 1921 tarihindeki düşüncelerine tıpatıp sağlamaktadır.
Atatürk sosyalist değildi, doğru… Kemalizm ve Marksizm çok ayrı kavramlardır; bu da doğru… Bunların yanında bir başka doğru daha vardır: O da Atatürkçülüğün “McCartizm” demek olmadığıdır
SAHTE MİLLİYETÇİLER
Yabancılar ayıp olmasın diye, bizim gibi ülkeler için “gelişmekte olan ülkeler” derler! Aslına bakarsanız, bizim adımız “az gelişmiş ülke”dir. Ünlü Fransız bilim adamı Mourice Duverger, bizim gibi ülkeler için “proleter uluslar” kavramını kullanıyor. Duverger, Türkçe’ye “Politikaya Giriş” adıyla çevrilen özlü incelemesinde:
- Burjuva milletlerle, proleter milletler arasındaki fark, 18. yüzyıl Avrupası’nda aynı ülkenin burjuvazisi ile proleteryası arasındaki fark kadar büyüktür, demektedir. “Proleter uluslar”, sanayi devriminin dışında kalan, tarımı ilkel, enerjisi ve makine üretimi yetersiz, buna karşılık ticaret burjuvazisi gelişmiş, ulusal geliri düşük toplumlar demektir.
“Proleter uluslar”, gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerin pazarlarıdır. Gelişmiş ülkeler, proleter uluslar üzerinde, yardım adı altında ekonomik ipotekler kurarlar. Yirminci yüzyılın ilk başlarındaki askeri işgaller, günümüzde ekonomik işgallere dönüşmüştür. Türkiye, böylesine ekonomik işgal altında tutulan “proleter uluslar”ın en başlarında yer almaktadır.
“Proleter uluslar”ın tek kurtuluş yolu, uluslararası kapitalizme karşı savaş vermelerine bağlıdır. Buna, “antiemperyalizm” diyoruz. Gerçek “milliyetçilik” budur. Üretimi, yabancılara karşı sömürtmemektir milliyetçilik!
“Proleter uluslar”ın milliyetçiliği, ancak ve ancak “antiemperyalist” bir çizgiye oturtulabilir. Bu milliyetçilik anlayışında, ulusallık ve sınıfsallık içiçedir. Kurtuluş Savaşı’mız ve savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk, proleter uluslara özgü “milliyetçiliğin” yirminci yüzyıldaki görkemli örnekleri sayılır.
Yoksul ülkelerdeki, proleter uluslarda rastlanan bir başka “milliyetçilik”, bunun tam tersidir. Çarpık ekonomik yapıda palazlanan ve çoğu yabancı sermayenin desteğindeki ticaret burjuvazisi ve kurulu siyasal düzen, uyanan antiemperyalist bilinci yoketmek ya da yozlaştırmak için bir başka “milliyetçilik” akımına sarılır.
Yine Kurtuluş Savaşı’mızdan örnek verirsek, bu tür milliyetçiler, “Kuvay-i Milliye”ye karşı İstanbul Hükümeti tarafından örgütlenen Anzavur komutasındaki “Kuvay-i İnzibatiye”dir. Anzavur kuvvetleri, yabancı işgal kuvvetlerinin “milliyetçi” etiketli uzantılarıdır.
Bu milliyetçilik anlayışı, günümüzde daha karmaşık bir niteliğe bürünmüştür. Açık askeri işgalde kimin kimden yana olduğu daha somut biçimde anlaşılırken, bugünkü kargaşa, uluslararası kapitalizmin bu tür “sahte milliyetçilik” duygularını başka başka renklerle sunmaktadır.
Bu millityetçilik, baştan tırnağa yabancı sermayeden yanadır, ülke içinde ticaret burjuvazisine, dışında yabancı kuruluşlara toz kondurmaz; işçiden, emekçiden değil, işverenden yana tavır alır, alabildiğine din sömürücüsü ve düşünce özgürlüğü düşmanıdır.
Mustafa Kemal, “Ezilen uluslar, bir gün ezenleri yok edeceklerdir” derken, Asya ve Afrika’da uyanan “proleter ulusların”, “antiemperyalist bilincini”, “milliyetçilik duygularını” harekete geçirmek istiyordu.
“Milliyetçilik”, Kurtuluş Savaşı’mızda, bozuk düzenin kalelerine çekilen bayrak değil, antiemperyalist bilincin ve bağımsızlık kavgasının sönmeyen bir meşalesi olmuştu.
“Sahte milliyetçiler”in elinden bu bayrağı almak, bütün devrimcilerin ortak amacı olmalıdır. Çünkü, “proleter uluslar”ın bağımsılık bilinci, antiemperyalist kavgadan geçer. Çünkü, özünde ulusallık ve sınıfsallığı taşıyan “gerçek milliyetçilik”, anti-emperyalist çizginin odak noktasıdır.
Egemen sınıfların yüzlerindeki “milliyetçilik makyajını” silip atmak, başta işçi sınıfı olmak üzere, yurdunu ve ulusunu seven herkesin görevidir.
ŞEREF DEFTERİ
Anıtkabir’in bir salonuna konulan altın yaldızlı bir defter devlet büyükleri, siyasal parti sözcüleri, yabancı devlet adamları tarafından imzalanır. Büyük günlerde, iktidardaki ve muhalefetteki politikacılarımız, bu deftere Atatürk’ün izinde olduklarını tekrarlayan cümleler yazarlar. Yönetici beylerimiz her 10 Kasım’da Atatürk’ün manevi huzuruna gelerek saygı duruşu yaparlar. Bunlar, Damat Feritler, Anzavurlar, Çerkez Ethemler, Saidi Nursiler, Derviş Vahdetilerdir. Atatürk’ün yıktığı ne kadar satılmış din sömürücüsü ve yabancı uşağı varsa, hepsi birer birer dirilip demokrasinin vazgeçilmez kişileri olmuşlardır.
Damat Feritler yaşamaktadır. Onlar, yabancı uşaklığının en aşağılık heykelleri olarak Türk siyasal hayatının içindedirler. Anzavurlar yaşamaktadır. Onlar, yabancı paraları ile beslenen irtica kuvvetlerinin kumandanlarıdır. Çerkez Ethemler yaşamaktadır. Onlar Türk halkına ihanetin canlı belgeleri olarak, demeç vermekte, radyolard konuşmakta ve televizyonlarda görünmektedirler. Saidi Nursiler, Derviş Vahdetiler yaşamaktadır. Onlar, hergün gazete sütunlarında 31 Mart hazırlıkları yapmaktadırlar.
Osmanlı Devleti’ni çökerten ve tarihin bataklıklarına sürükleyen nedenler bugün birer birer canlanmıştır. Devlet yine ipoteklidir. Yabancı sermaye yine sömürü ağlarını örmüştür. Türk halkını yabancıların vasiyetine sokmak isteyenler yine büyük koltuklardadır; irtica yine iktidar koltuklarına kadar uzanmıştır.
Bütün bu koşullar ortadayken, Atatürk’ün izinde olduğumuzu söyleyecek ve O’nun ilkelerine bağlılıktan söz edeceğiz! Bütün bu davranışları hangi yüce mahkemenin tutanağında, hangi tarih sayfasında ve utanmazlığın hangi sözlüğünde yer bulunur!?. Türk demokrasisinin tomurcukları, böylesine bir bataklığın içinde yeşermektedir…
Atatürk, tam bağımsız Türkiye için mi savaşmıştı? Bakınız şimdi bağımsızlığımız hangi yabancı şirketin hisse senetlerinde hangi Amerikan subayının apoletlerinde ve hangi devlet başkanının vesayetinde!..
Atatürk laiklik için mi çalışıştı? Bakınız, laiklik şimdi kimlerin elinde!.. Cami minberinden iktidar sözcülüğü yapan imam, irtica gezilerine çıkmış müftü; din taciri milletvekili, şimdi iktidarınızın oy depoları!
Atatürk halkçılık mı demişti?.. Bakınız Türk halkının alın terini kimler sömürüyor!… Köy alıp satan ağalar, milyonlar vuran aracılar ve bu aracıların Başkent’teki temsilcileri!..
Atatürk milliyetçilik mi demişti?.. Bakınız, yabancı uşakları, ortaçağ kalıntısı ümmetçiler hep birlikte milliyetçiliğe sahip çıkıyorlar.
Bütün bunları söyleyenler yazanlarsa çevrelerinde her türlü baskıyla karşı karşıyalar. Subaysanız, memursanız, devrimci öğretmenseniz, öğrenciyseniz, üniversitede profesör, doçent ve asistansanız, çevrenizdeki bütün açık ve kapalı güçler sizlerle savaşmak için kutsal ittifaklar kurmuşlardır. Namussuzlar, bütün namuslu aydınlardan, işçiden ve köylüden, aydınlık düşüncelerin hesabını sormaya kalkıyorlar!..
Bugün 10 Kasım… Yine törenler düzenlenecek. Yine şeref defterine “Atatürk izindeyiz” diye yazılacak. Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunanlar bilsinler ki, bu defter, ancak halkımızın davasına inanmış, tam bağımsızlıktan yana devrimcilerin imzaları ile şereflenir. Türkiye’yi, yeniden bir uçuruma sürüklemiş olan politikacıların imzaları Atatürk’ün şeref defterini kirletmektedir…
VASİYETNAME
Türk Tarih ve Dil Kurumları’nın bütün mal varlıklarının yeni kurulacak “Türk Bilimler Akademisi” adlı bir kuruluşa devredileceğine ilişkin haberler çok önemli bir konuyu gündeme getirmiştir.
Bir yasaya da dayansa, böyle bir devir işlemi Türk hukuk sistemi ile bağdaşır mı? Hemen belirtelim: Bağdaşmaz!
Atatürk, ölümünden iki ay önce hazırladığı vasiyetnamesinde tüm gelirini bu vasiyetnamede yazılı işi ve kurumlara bırakmıştır. Türk Dil ve Tarih Kurumları, Atatürk’ün vasiyetnamesinde yazılı mirasçılarından ikisidir.
Vasiyetname ölüme bağlı bir işlemdir. Vasiyet eden, ölümünden önce, sahibi bulunduğu mal varlığının ölümünden sonra kimler arasında paylaşılmasını istediğini ve bu mal varlığının kullanış biçimini belirler. Atatürk’ün vasiyetnamesi de Türk Miras Hukuku’nun temel kurallarına bağlıdır.
Atatürk’ün kendi vasiyetnamesinde, mal varlığından doğan gelirleri kullanmaları öngörülen Türk Dil ve Tarih Kurumları’nın şu ya da bu gerekçe ile bu haktan yoksun bırakılmaları, vasiyetnamenin “iptali” anlamına gelir. Medeni Kanun’umuzda bir vasiyetnamenin iptali belli koşulların varlığına bağlıdır. Vasiyetname, ancak Medeni Kanun’da gösterilen yol ve yöntemlerle iptal edilebilir. Atatürk’ün vasiyetnamesiyle ilgili olarak bu koşulların hiçbirinden söz edilemez.
Edilemez, çünkü, Medeni Kanun’un 499′uncu maddesine göre ölüme bağlı bir işlemin iptal edilmesi için miras bırakan kişinin vasiyetname düzenlerken medeni haklarını kullanma ehliyetinden yoksun olması, vasiyetnamenin hata, hile, tehdit ya da “ahlâka mugayir” bulunması gerekmektedir. Yasada öngörülen bir başka iptal nedeni de, vasiyetnamenin biçim noksanı ile sakat olması halidir. Bunların hiçbirisi Atatürk’ün vasiyetnamesi için söz konusu olmaz.
Türk Dil ve Tarih Kurumları’na yönetilen eleştiriler, bu iki kurumun belli kişilerin elinde olduğu, Dil Kurumu’nun solcuların eline geçtiği gibi konuları kapsamaktadır. Doğaldır, vasiyetnameyle belirlenen mirasçıların kişilikleri ve bu mirası kullanma biçimleri eleştirilir. Örneğin, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’nün bıraktığı mirasın İnönü mirasçıları arasında kullanılış biçimi, tarihsel Pembe Köşk’ün kazanç konusu yapılması eleştiri konusu olabilir. Ama hiç kimse İsmet İnönü’nün vasiyetnamesini bir yasa ile iptal etmeyi düşünmez. Çünkü ölümüne bağlı işlemler, belli koşulların varlığı halinde ancak yargıç kararı ile iptal edilebilir.
Türk Tarih ve Dil Kurmuları için de aynı yaklaşım geçerli olmalıdır. Bu iki kuruma kızabilirsiniz, eylem ve işlemlerini yanlış bulabilirsiniz. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Ama iş, gelip Atatürk’ün vasiyetnamesiyle ilgili konulara dayanırsa, burada susulur. Susmak gerekir. Çünkü kimse, Atatürk’ün vasiyetnamesini iptal edip yeni baştan düzenleymez. Hukukun gereğidir bu…
Bakın bizler, İsmet Paşa’nın Pembe Köşkü’ne mirasçıların apartmanlar kondurmalarına çok öfkeleniyoruz; ama “iptal edin İnönü’nün vasiyetini, sokmayın damadı Köşk’e” diyebiliyor muyuz?…
23 NİSAN
Küçüklüğümüzde 23 Nisan günleri, Ankara’da Devrim İlkokulu bahçesinde siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımızla toplanıp, “Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan” diye diye Ulus Alanı’ndaki Atatürk Anıtı’na doğru yürürdük hep birlikte.
- Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan…
Bugün, ulusal egemenliğimizin kurulması yolunda atılan en güçlü adımlardan birinin yıl dönümü. Böyle bir günde, “Egemenlik” ve “IMF” sözcüklerini biraraya getirirseniz, ilkokullarda neşe dolan içinizin acılarla burkulduğunu derinden derine duymaz mısınız hiç?
- Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik…
Almanya’da Münih sokaklarını süpüren, Berlin’de, Frankfurt’ta, Duisburg’da en ağır işlerde çalışan yurttaşlarımızı gördükten sonra dilime hep ama hep bu dize takılıyordu.
- Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik / Aktolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.
Şimdi o “kafileler”, Alman kapitalizminin dişlilerinde. İki dilde dilsiz yetişen çocukları, her yüz kişisinden yirmisinin ülser hastalığına tutulmuş babaları, çocuklarına beş dakikalarını ayırmayan emekçi analarıyla geçiyorlar aynı yerlerden.
23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Dünün ve bugünün büyükleri, çocuklara nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye bıraktılar ve bırakıyorlar? Kanlı kaldırımları ile mutlu Türkiye; tamtakır hazinesiyle güçlü Türkiye; avuçiçi ülkelere el açan ekonomisiyle büyük Türkiye!..
Öyleyse çalsın mızraklar, bandolar; öyleyse çocuk balolarında sevinç çığlıklarımızla kutlayalım bu başarıları… Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk harcını attığı bağımsızlığı, kutsal bir bayrak gibi elden ele taşıdık; bu bayramları, bu törenleri hakettik çünkü; kutlayalım; kutlayalım hep birlikte:
- Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan…
NATO ile kutluyoruz; okyanusötesi ülkelerin silah ambargoları ile kutluyoruz; Amerikan üsleri, IMF ipotekleri ile kutluyoruz “Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı…
Yedi milyar dolarlık borçlarımız kapıdaymış, aldırmyın; egemsiniz. Silah ambargolarının şantajı ile yaşarmışız, hiç sıkılmayın; egemeniz. IMF ipotekleri ile yönetiliriz, kızmayın, yine egemeniz!
Bütün bunlardan sonra hiç sıkılmadan, ve hiç utanmadan “Atatürk” adını ağza alarak kandırın çocukları, egemensiniz; dış borçlarımızla, dilendiğimiz kredilerle, silah ambargolarıyla egemensiniz!..
- Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan…
Kutlayalım; Çocuk Bayramı’nı kutlayalım; kızamıktan ölen çocukların bayramını kutlayalım; bakımsızlıktan sakat kalan çocukların bayramını kutlayalım; okulsuz, öğretmensiz, yolsuz ve ışıksız bıraktığımız çocukların bayramını kutlayalım; tamirhanelerde, elleri yüzleri kirpas içinde çalışan parmak kadar çocukların bayramını kutlayalım; Pazar yerlerinde hammallık yapan, çocuk bahçelerinin önündesimit satan yedi yaşındaki çocukların bayramını kutlayalım; köprü altlarında düzenin kirli dolaplarına satılan çocukların bayramını kutlayalım; kutlayalım; “Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı kutlayalım; kutlayalım; çocukların, özgür ve egemen olacak çocuklarımızın bayramlarını kutlayalım!..
Ellerine silahlar verip, birbirlerine kırdırttığımız çocukların bayramlarını kutlayalım; birbirlerinin mezar taşlarına düşman edilmiş gençlerimizin, çocuklarımızın bayramlarını kutlayalım; analarını, babalarını gözyaşlarına boğarak ölen ve öldüren çocukların bayramlarını kutlayalım; evet “Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı, neşe içinde, binbir neşe içinde kutlayalım!
Ankara’da yıllar önce, Devrim İlkokulu bahçesinde toplanıp, siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımız ve bez pabuçlarımızla söylediğimiz şarkıları, artık bugün söyleyemiyorum. Çocuk olmadığım için değil, çocuklardan utandığım için söyleyemiyorum.
- Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan.
Çocukluğumuzun bu şarkısı yerine bir başka bir başka şarkıya, bir başka türküye takılıyor dilim. Rahmetli babamın, “Biz bu türküyü Kurtuluş Savaşı’nda söylerdik” dediği türküyü. İşçilerle, köylülerle, aydınlarla, bir acı çığlık gibi, hep birlikte söyleyelim bu türküyü:
UNUTTURULAN ATATÜRK…
Atatürkçülük ne demektir?
Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.
- Amacımız , ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.
Atatürkçülüğü, “tam bağımsızlık” inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri “Atatürkçülük” adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..
- Tam bağımsızlık demek, elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamı ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz…
İşte Atatürk budur, işet “Atatürkçülük” budur…
Kurtuluş Savaşı, kökeninde “antiemperyalist” ve “antikapitalist” düşüncelerin kutsal harcını taşır:
- Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.
Bu sözleri söyleyen ve her adımında ulusal bağımsızlığı, devrimci ve ilerici bir dünya görüşü ile sağlayıp pekiştiren Atatürk’ü bugün içine itildiğimiz ekonomik tutsaklığın temeli ve adı gibi görmek, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı yapılabilecek en ağır ve de en sinsi saldırıdır.
Atatürkçülük bağımsızlık demektir, Atatürkçülük ulusal onur demektir, Atatürkçülük devrimcilik demektir. Kurtuluş Savaşımızın ve ulusal devrimlerimizin önderi Mustafa Kemal, bugünkü emperyalist ilişkileri daha o günden görmekteydi:
- Karşılıklı güvenlik ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe, genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen birtakım uluslara karşı, bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin, birtakım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak önlemlerin alınması bu kuşkuyu artırmaktadır…
Unutturulan, unutturulmak istenen Atatürk ve Atatürkçülük budur! Televizyon ekranlarında Türk halkına tanıtılmayan, anımsatılmayan sözler de işte bu sözlerdir:
- Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız…
“Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.
- Bütün dünya bilsin ki benim için tek yanlılık vardır. Cumhuriyet yanlılığı, düşünsel ve sosyal devrim yanlılığı…
Atatürk’ün bütün dünyaya duyurduğu bu ilerici ve devrimci düşünceleri ne yazık ki, ülkeyi Atatürk’ten sonra yöneten, yönettiğini sanan politikacılar eliyle hançerlendi ve Atatürk, gerçek nitelikleri ile değil, beylik anma törenlerinin donmuş kalıpları olarak tanıtılmak ve benzetilmek istendi.
Atatürk’ü hiç olmazsa bu yıl, gerçek nitelikleri ile tanıtabilirsek, geçmiş dönemlerin ihanetleri bir ölçüde unutulmuş olur. Kurtuluş Savaşı’nın yüce önderini “Atatürk Yılı”nda inançla selamlıyoruz:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa…
TÜRKLÜK ADINA MI?..
Batı kamuoyunda ne yazık ki Türkler hakkında olumsuz değer yargıları egemendir.Bu düşmanlığın tarihsel nedenleri vardır,siyasal nedenleri,hatta psikolojik nedenleri de vardır.Rum sermayesinin denetimindeki gazete ve dergilerde bu düşmanlık daha açık ve sistemli olarak yapılır:
-Türkler barbardır…
Gerçeği olduğu gibi görelim.Bizler hakkında oluşturulan yargı budur.Türkler barbardır,Türkler vahşidir…
-Aman Türkiyeye gitmeyin…
Kim bilir?Yunan basını Fethiye’de Avusturya Büyükelçisinin eşinin ve kızının bir cinsel sapık tarafından öldürülmesini nasıl ballandıra ballandıra vermiştir!Oysa bu tür cinayetler,hemen hemen dünyanın her yerinde işlenebilir!
Türkiye’de uyuşturucu madde kaçakçılığından mahkum olan bir Amerikalının yazdığı,sonradanda filme alınan ‘Geceyarısı Ekspresinin’ yarattığı tepkileri hep birlikte izledik.Filmde,kopkoyu bir ırk düşmanlığı işlenmiş,dünya kamuoyunda Türkleri küçük düşürmek amaçlanmıştır.
‘Türklerin barbarlığı’ propagandası,son yıllarda özellikle Kıbrıs sorunu dolayısıyla yoğunlaşmaktadır.Bu propagandalarda,şovenist Rum sermayesinin küçümsenmeyecek bir payı olduğu açıktır.
‘Türklerin barbarlığı’ propagandası,acaba,ülkemizdeki terörist eylemlerde,kolay kolay tüketilmeyecek malzemeler bulmuyor mu?
Bu olaylar,yabancı ajansların teleks uçlarından,bütün dünya kamuoyuna yayılıyor.
-Sosyalist eğilimli Türkiye İşçi Partisi üyelerinden altısı,evlerinde,silahlı saldırıya uğrayarak kurşuna dizildiler…
-Bir otobüsün içinden üç kişiyi indiren katiller,otobüsten indirdikleri öğrencilere işkence yaptıktan sonra kurşuna dizdiler..
-Solcuların devam ettiği bir kahveye açılan ateş sonucu beş kişi öldü…
-Bir öğrenci,Afyon’da mototrende vurularak öldürüldü…
Ve bunun gibi bir sürü haber…Kurşun,kan,işkence,hunharlık,canavarlık…Ne adına peki?
İşte bu olaylar,satırlarından gencecik insanların kanları süzülen bu haberler,dünya kamuoyunda ‘Türkler barbardır’ yargısını güçlendirmekten başka,söyler misiniz, neye yarar?!
Evet,’Türk düşmanlığı..’Türklük adına!..
Uğur Mumcu (cumhuriyet,14 Ekim 1978)
HOŞ GELİŞLER OLA…
“Mehter Müziği” ni çoğumuz severiz. “Mehter Takımı” bizlere, Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerini, savaşlarını ve utkularını anımsatır. İki adım yürüyüp durmak ve bir sağa, bir sola baş döndürerek yürümek de “düm teke düm teke” inleyen davul sesleri arasında “ceddim baba, ceddim dede” diye marşlar söylemek, bizleri Fatihler’in, Yavuzlar’ın, Kanuniler’in günlerine götürür.
Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni; tarih içinde gerileyen, yozlaşan, çöken ve sonunda emperyalizme teslim olan Osmanlı Hanedanı’nı, emperyalist orduları ve “Kuvay-ı İnzibatiye” adı verilen padişahçı ihanet ordularını yenerek kurmuştur.
Bu yüzden ulusumuzun en büyük utkularından biri olan 30 Ağustos’un, Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişini anımsatan “mehter takımları” yerine, bugünkü törenlerde yer verildiği gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen yürüyüşlerle anılması çok anlamlı olmuştur.
Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türk Ulusu’nun yeniden doğuşu demektir. Ancak ne acıdır ki, bu yeniden doğuşun görkemli, kıvanç dolu sayfaları ile genç kuşaklara benimsetildiğini söylemek olanaksızdır. Ulusal Kurtuluş Savaşımız gibi, Atatürk, Atatürkçü düşünce ve “devrimcilik” ile “milliyetçiliği” aynı yörüngeye çakıştıran “Kemalist Devrimler”, gerçek nitelikleri, boyutları ve anlamları ile genç kuşaklara öğretilmiş ve benimsetilmiş değildir.
Kurtuluş Savaşı gibi, yakın geçmişimizin özveri, erdem ve ulusal bilinç taşıyan tarih sayfaları yerine, çok gerilerde kalmış “fetihleri” ile övünmek ve mehter davulu ile geçmişlere sığınmak, bir çeşit milliyetçilik, bir çeşit “tarihe ve atalara saygı” sayılmıştır.
Elbette, her ulusun, tarih içinde dayandığı kökler ve elbette bu tarihsel geçmiş içinde övüneceğimiz, kıvançla anacağımız sayfalar vardır. Ve elbette bu tarihsel olaylar da gereği gibi anılacaktır. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan değerleri ve ulusumuzun büyük utkularını, “mehter marşı” eşliğinde anımsamanın anlamı yoktur. Mehter davulu ile Kurtuluş Savaşı anılmaz, Kurtuluş Savaşı, ancak “Kuvay-ı Milliye” ile ve Atatürk Orduları ile anılır.
30 Ağustos törenlerinde, sırtında mermi yaşıyan kadını, kağnı süren yaşlı köylüsü, Sakarya’da, Dumlupınar’da, İnönü’de dövüşen Mehmetçiği, Mehmetçikleri yöneten subayları ile Mustafa Kemal ordularının anımsaması, “Kuvay-ı Milliye Ruhu” nun yeniden canlandırılması çok anlamlı olmuştur.
Bu anlamlı gösterinin, anlık ve günlük anımsatma ve törenle sınırlı bir çağrışım olmaması için Ulusal Kurtuluş tarihimizin genç kuşaklara benimsetilmesi gerekir. “Gerekir” diyoruz, çünkü bu “gerek”, bu “Ulusal görev” yıllarca savsaklanmış ve bu yüzden Ulusal Kurtuluş savaşımıza yabancı yetişmiştir.
Yalan mı, yanlış mı?..
Bu büyük utkunun yıldönümünde “Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, İstiklalimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce, heyet-i milletimizce biz mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız” diyen büyük Atatürk başta olmak üzere, İsmet, Fevzi ve Kazım Paşa’ları, Özalplar’ı, Altaylar’ı Belenler’i, Cebesoylar’ı, kan döken Mehmetçikleri, subayları ve yedisinden yetmişine Türk Halkı’nı saygıyla rahmetle ve minnetle anarız.
SİVAS KONGRESİ…
Sivas Kongresi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın en anlamlı ve en görkemli sayfalarından biridir.
22 – 23 Haziran 1919 tarihli “Amasya Tamimi” ile “ulusun bağımsızlığını, yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır” inancı dile getirilmiş, Erzurum Kongresi ile başka bir devletin “manda ve himayesi”nin kabul edilmeyeceği açıklanmış, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında çalışmalarını sürdüren Sivas Kongresi ile Amerika Birleşik Devletleri’nin “manda ve himayesini” savunan gerici ve işbirlikçi güçler, kesin olarak yenilgiye uğratılmışlardır.
Ulusal güçlerin Mustafa Kemal Paşa önderliğinde örgütlenmesi karşısında, Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını “ittihatçılık” ve “bolşeviklik” ile suçlamaktaydı. O günlerle ilgilibazı belgelere kısaca gözatmakta yarar vardır.Damat Ferit’in bu çabalarını Atatürk şöyle anlatır:
- İşte Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde saptanan bu ilkeler çevresinde bütün ulusumuz bölünmez bir bütün halinde toplanmıştır. Bu kutsal amacın gerçekleştirilmesine uğraşıldığı bir sırada, Ferit Paşa engel olmaya çalıştı. Bu davranışları yurt içinde kötülemeye çalıştı. “İttihatçılık” iftirasını savurdu. İçte ve dışta da tutmadı. Yeni bir yalana başvurdu: Bolşeviklik diye tutturdu. Resmi telgraflarında “Bolşevikler, takım takım Karadeniz kıyılarından Samsun’dan, Trabzon’dan içeriye doğru sızıyorlar, ülkeyi altüst ediyorlar” diye yaygara kopardı… (Söylev ve Demeçler, c:2, S: 12; Bugünün Diliyle Atatürk, S: 19)
Sivas Kongresi tutanaklarında, bu “bolşeviklik” suçlamalarının, Damat Ferit tarafından bir “dış müdahale”ye yol açmak için ortaya atıldığı, yurtsever üyelerce belirtilmiştir. (Sivas Kongresi Tutanakları, Uluğ İğdemir, Türk tarih Kurumu, S: 85)
Yine Atatürk, bu suçlamaya karşı İstanbul’da Kerim Paşa ile telgraf başında yaptığı görüşmede şunları söyledi:
- Memleketimize takım takım bolşevikler girdiğini ve harekat-ı milliyenin bolşevik harekatı olduğunu, resmen ilan ve ifşa eden bu bedbahtlar… (Nutuk, Cilt 3, S: 1029).
Sultan Vahdettin İngiltere Yüksek komiserine Mustafa Kemal ve arkadaşlarını nasıl gördüğünü şöyle anlatıyor:
- İnançları ve politikaları bakımından onlar, bolşevikten başka birşey değillerdir… (İngiliz Belgeleri, C. Jeaschke, S: 137, Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt I, S: 207)
“Bolşeviklik” suçlamaları Padişah’tan, Damat Ferit’ten basına da geçiyor. İstanbul basını Ulusal Kurtuluşçu örgütlenmeler karşısında şu başlıkları atıyor:
- Kızıl Tehlike… (Açıksöz, 22 Şubat 1920)
- Ankara Hükümeti bolşevikliği seçmiştir… (Alemdar, 27 Mayıs 1921)
- Ankara Nereye Gidiyor? Moskova ile Antlaşmaya… (Adana Postası, 12 Haziran 1921)
Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve ilk Büyük Millet Meclisi, Atatürk’ün “tam bağımsızlık” yolundaki kutsal adımların görkemli kilometre taşlarıdır. Bu kilometre taşlarında, ulusal inançların kutsallığı kadar, ihanetlerin çirkin iskeletlerine de rastlanmaktadır. Ve bu ihanetler o günden bu güne, bir “İhanet Zinciri” gibi uzayıp gelmektedir.
“Tam bağımsızlık!” ve “mandacılık!..” Sivas Kongresi’nden bu yana kavgalar, hep bu iki kavramın çevresinde sürdü.
Atatürk’e inanmak, milliyetçiliğin, yurtseverliğin ve devrimciliğin gereğidir. “Tam bağımsızlık” tan yana olmak ise Atatürkçülüğün temel ve şaşmaz ölçüsüdür.
Mandacılık… O ise Sivas Kongresi’nden bugüne, hep aynı ihanetin kara etiketidir.
TOHUM ve TOPRAK…
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki görkemli kurtuluş savaşına, bu savaşta Türk halkının özverisi ile yükselen “Kuvay-i Milliye ruhu” na, halkın nasırlı elleriyle kurduğu “Müdafa-i Hukuk” ve “Reddi İlhak Cemiyet”lerine, ve ordumuzun ulusal bilincine dayanmaktadır.
İşte Amasya Tamimi: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır…”
İşte Erzurum Kongresi Beyannamesi: “Milletlerin kendi mukadderatını bizzat kendi tayin ettiği bu tarihi devirde, hükümet-i merkeziyemizin de irade-i milliyeye tabi olması zaruridir.
Çünkü, irade-i milliyeye gayri müstenit herhangi bir hükümetin indî ve şahsi mukarreratı milletçe muta olmadıktan başka, haricen de muteber olmadığı ve olmayacağı şimdiye kadar mesbuk ef’al ve netayic ile sabit olmuştur…”
İşte Sivas Kongresi Beyannamesi: “Vatan ve milletimizin maruz olduğu mezalim ve alam ve tamamen aynı gaye ve maksatla vicdan-i milliden doğan vatani ve milli cemiyetinin ittihadından mütahassıl kitle-i umumiye bu kere ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ ünvanı ile tevsik olunmuştur…”
İşte Misak-ı Milli Beyannamesi: “Milli ve iktisadi inkişafımız daire-i imkana girmek ve dahi asri bir irade-i muntazama şeklinde tedviri umura muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de temini esbabı inkişafatımız da istiklal ve serbesti tamameye mazhar olmamız, usul ve esası hayat ve bekamızdır…”
Ve işte Büyük Millet Meclisi Beyannamesi: “Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde müdafaa-i meşrua için toplanan Büyük Millet Meclisi, şimdiye kadar muhtelif vesilelerle sarahaten veya zimnen ilan ettiği maksat ve meslekini bir kere daha bütün cihana arz için şu beyannameyi neşretmeye lüzum görmüştür.
- Hayat ve istiklalini, yegane ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, empreyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin sahibi kılmakla vasıl olacağı kanaatindedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzatına karşı müdafaa ve bu maksada münafi hareket edenleri tedip azmiyle müesses bir orduya sahiptir. Emir ve kumanda selahiyeti Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyeyi maneviyesindedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın öteden beri maruz bulunduğu sefalet sebeplerini, yeni vesati ve teşkilat ile kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi addeder. Binaenaleyh, toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat, evkaf işlerinde ve diğer mesailde içtima-i uhuvet ve teavünü hakim kılarak, halkın ihtiyaçlarına göre teceddüdat ve tesisatı vücuda getirmeye çalışacaktır.”
İşte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: “Hakimiyet bilakaydu şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir…”
Ve işte 1924 Anayasası:
“Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, laik ve inkılapçıdır. Resmi dili Türkçe’dir; makam Ankara şehridir…”
Ve 61 Anayasası:
“Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin, milli mücadele ruhunun, milli egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığının tam şuuruna sahip olarak, insan hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini, bütün hukuki ve sosyal temelleri ile kurmak için…”
Cumhuriyetimiz, temelinde bu tarihsel belgeleri taşıyarak gelmektedir. Çok partili hayata dayanan laik devleti, sosyal hukuk devletini kurmak için ilk meclislerin sahip bulunduğu “Kuvay-i Milliye ruhu” yeniden kutsal bir bayrak gibi dalgalandırılmalıdır. Kurtuluş Savaşı’nın, Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin, Atatürk’ün antiemperyalizmine dönmek, elli yıl geriye dönmek değil, yüzyıllarca ileriye yönelmek demektir. Mustafa Kemal’in bu toprağa serptiği bağımsızlık tohumları, her türlü düşünceye söz ve örgütlenme hakkı veren demokrasi anlayışı ile topraktan yeniden fışkırmalıdır
Lozan ve Sevr
Üç gün sonra, Lozan Antlaşması’nın 60. yıldönümünü kutlayacağız. İsviçre’nin Lozan kentinde, 60 yıl önce imzalanan bu antlaşmayla Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nın sonuçlarını bütün dünyaya onaylatmıştı.
Altmış yıl sonra İsviçre’nin aynı Lozan kentinde, “Dünya Ermeni Kongresi” düzenleniyor. Bunun özel bir anlamı olsa gerek. Bunun anlamını değerlendirmekiçin Kurtuluş Savaşı öncesine kısaca göz atmak ve o yıllarda Ermeniler’le Rumlar’ın kimlerce nasıl desteklendiklerini anımsamak gerekir.
Kurtuluş Savaşı öncesinde, emperyalist güçlerin, Türkiye toprakları üzerinde Rum ve Ermeni devletleri kurma ve bunları kendi güdümlerine bağlama girişimleri, Kurtuluş Savaşı’yla boşa çıkartılmıştır. Türkiye’yi de “manda” adı verilen yönetim biçimiyle kendine bağlamaya çalışan Amerika, Türkiye toprakları üzerinde kurulacak bir Ermenistan devletinin de “vesayetini” üzerine alma amacındaydı.
Erzurum ve Sivas Kongreleri, Türk toprakları üzerinde dış destekli Ermeni ve Rum devleti kurma planlarına karşı ulusal bilinci eyleme geçirmiş ve Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist kavgası, bu kongrelerde biçimlenip, yönlendirilmiştir.
Yakın tarihimizden bu yana, emperyalist güçler, Türkiye’de hep ayrımcı güçleri örgütlenmek ve desteklemek istemişlerdir. Amaç aynı amaç, plan aynı plandır. Kurtuluş Savaşı öncesindeki bu çabalar, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra da sürdürülmüş, etnik kökenli ve dış destekli isyanlarla karşılaşılmştır.
Bunları unutmuş değiliz.
Amerikan misyonerlerinin ve Anadolu’da kurulan misyoner okullarının, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Ermeni ve Rum toplulukları üzerinde nasıl bir ayrımcı siyaset izledikleri bugün belgelerle sabittir. Ermeniler’e, o tarihte Amerikalılar tarafından silah yardımı yapıldığı ve doğu illerimizin, Ermeniler’e güvence vermek gibi yapay gerekçelerle Amerikan ve İngiliz gizli belgeleriyle kanıtlanmış durumdadır. Yeter ki tarih arşivindeki bu belgeleri okumayı ve yorumlamayı bilelim.
Lozan Konferansı’nda Amerikan delegelerinin, “Ermeni yurdu projesi” getirdikleri ve kongrede sonuna dek bu projeyi savundukları, Lozan görüşmelerinin tutanaklarında yazılıdır. Amerika’nın ünlü Devlet Başkanı Wilson’un “Ermeni devleti” önerileri de aynı yakın tarihin arşivindedir. Amerikan hükümetinin Lozan Antlaşması’nı onaylamamasının nedenlerinden biri, Ermeni devleti kurma projesinin başarısızlığa uğramış olmasıydı.
Bunları da unutmuş değiliz.
1974 “Kıbrıs Barış Harekatı”ndan sonra başlatılan ve yer yer Rum desteğiyle sürdürülen Ermeni siyaseti ve törörü, bugün de hiç şüphesiz, değişik amaçlı ve çokuluslu desteklere sahiptir. Fransa’nın Ermeni terörü konusundaki utanç verici tutumu, Amerika’da dikili Ermeni anıtları, bu yeni “Haçlı zihniyeti” ile ilgilidir. Yanılmayalım; Ermeni terörü yalnızca eylemci teröristlerle ilgili bir sorun değildir. Önemli olan, Ermeniler’in dünya çapında kurdukları ilişkiler, sağladıkları destekler ve bunların siyasal nitelikleridir. Ön plana çıkartılması gereken, siyasal desteklerdir.
Terörün yıllardır Türkiye’yi, “destabilizasyon” adı verilen anarşi ve iktidar boşluğu ortamına sürüklemeyi amaçladığı, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Ve gün geçtikçe, tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi Ermeni-Rum ve öteki ayrımcı güçlerin çokuluslu desteklerle biraraya geldikleri de görülüyor.
Amaç, Lozan Antlaşması’nı hükümsüz sayıp Sevr Anlaşması’nı yürürlüğe sokmaktır.
Türkiye, emperyalizmin bu eskimiş kirli oyununu dün olduğu gibi bugün de elbet tarihin çöplüğüne atmasını bilecektir.
Bu “kurt kapanı” karşısında Kurtuluş Savaşı’mızın o kutsal “Kuvayı Milliye ruhunu” diriltmek, Atatürk’ün “tam bağımsızlık” inanç ve siyasetini bir bayrak gibi dalgalandırmak tek seçenektir. Emperyalisti yenecek güç ulusal birlikten geçer. Bu oyunları tek tek aydınlığa çıkaracak ve ulusça üstesinden geleceğiz.
Yeter ki, “tam bağımsızlık” ruhunu ve bilincini yeniden diriltelim ve “Kuvayı Milliye türküleri”nde ulusça biraraya gelelim…
Ugur Mumcu
Gizli Belgeler
Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye’ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi’nde 24 Nisan tarihinin “Soykırım Günü” olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa’da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor.
24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD’nin Vietnam’daki, Fransa’da, Cezayir’deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili’de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende’nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD’nin Grenada’ya, daha dün kadar yakın bir zamanda Fransa’nın Çad’a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor.
Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Amerikalı dostlarımız bundan hiç hoşnut kalmazlar.
İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım:
İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçe’ye çevirilmiş, önce Doğan Avcıoğlu’nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan “İngizliz Belgeleriyle Türkiye” kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler’in Amerikalılar’ca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım:
Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb’den Lord Curzon’a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı:
- … Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor…
Gizli Belge: Sayfa No: 60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay’in Washington’dan Lord Curzon’a yazdığı yazı:
- Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin başına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye’nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır…
Gizli Belge: Sayfa No: 71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes’in Lord Curzon’a yazdığı yazı:
- Amerikan hükümeti, Ermenistan’ın Adana da dahil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalılar tarafından bastırılacaktır…
Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça:
- Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum’da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermeniler’in bir şansı olurdu…
Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça:
- Ermenistan’a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan’a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor.
Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça:
- Lord Curzon, Erzincan’ın da Ermenistan’a verilmesini, Karadeniz’de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor…
Bu belgeler, bugün ABD Kongresi’nde 24 Nisan tarihini “Soykırım Günü” ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD’nin Lozan Barış Antlaşması’na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir.
Atatürk, Ermeni sorununun “dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini” söylememiş miydi? (Söylev ve Demeçler, C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir.
Biz bugün bunca saldırıdan sonra, bu gizli belgeleri, örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çokuluslu yanını ve uluslararası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz?
24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920′lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar’ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız.
“Milliyetçilik” budur. Neredesiniz efendiler, beyler, beyzadeler, hanımefendiler?.. Budur, budur, budur işte!..
Nereden Nereye…
“1923 İzmir İktisat Kongresi” ile başlayan dönem, genellikle “liberal dönem” olarak adlandırılır. Bu dönem, gerçekten ekonomide liberalizme yönelme dönemidir. Ancak, bu dönem tümüye de liberal sayılmaz. Devletin şu ya da bu ölçüde ekonomiye “müdahalesi” yine söz konusudur.
İzmir İktisat Kongresi ile “kalkınmayı özel teşebbüse” dayandırarak “milli burjuva” oluşturma özlemleri, 1929 dünya ekonomi bunalımının yarattığı kasırga nedeniyle yarıda kalmış; bu bunalımdan sonra “liberal ekonomi” ile kalkınma yolu kapanmış, yerine “planlı devletçilik” dediğimiz bir “sistem” getirilmiştir. İşte Atatürk’ün “ekonomi siyaseti” bu sistem ile gerçek yörüngesine oturmuştur.
Atatürk’ün “planlı devletçilik” ilkesi, herhangi bir “ideoloji”den kaynaklanmış değildi. Yani açıkçası, Marksist ideoloji ile bu sistemin bir bağlantısı yoktu. Yoktu ama bu sistem hiçbir zaman liberal ekonomi demek de değildi. Atatürk Devletçiliği’nde devlet, para ve faiz düzeninin genel çerçevesini çizmek ile görevli bir tüzel kişilik olarak görülmüyor, ekonomide yönlendirici ve yatırımcı bir büyük kurum olarak beliriyordu. Modelin önemi de buradaydı.
Dünyada henüz planlı ekonomiler yaygın uygulama alanı bulamamışken, 1933 – 37 yılları arasında uygulanan ilk beş yıllık plan, genç Türkiye’nin “liberal kapitalist model” dışında arayışlar içinde olduğunu da göstermekteydi.
“Kemalist model”, özü ve sözü ile “antiemperyalist” bir dünya görüşünden yola çıkar, ekonomide “planlı devletçilik” ilkesine dayanır. Bu özellikleri ile Kemalizm, “liberal kapitalist model”e tümüyle karşıdır.
Nasıl olmasın ki!.. Uygulamada yabancı şirketlerin millileştirilmeleri, beş yıllık planlar, Sümerbanklar, Etibanklar, demiryolları, denizyolları vardır. Devlet ekonomik kalkınmanın itici gücü ve motorudur.
Bu devletçilik, yurt ve dünya koşullarının yarattığı kendine özgü bir ekonomik modeldir. 1929 dünya bunalımından Türkiye’yi kurtaran, kapitalizmin bu büyük çöküntüsünü, büyük kayıplara uğramadan atlatmamızı sağlayan yol, yöntem, model, işte bu devletçilik uygulamalarıdır. Bunları yadsımaya, yok saymaya hiç olanak var mıdır?..
Her ülke dünyanın ekonomik koşullarına bağlıdır. Bir bunalım, bir ekonomik çöküntü, bütün ülkeleri içine alır. Örneğin günümüzde petrol fiyatlarının yükselmesi, donması ya da indirilmesi, dünya borsalarını bir gün içinde alt üst eder. Bunun için her ülke böylesine bunalımlardan kendini korumak için ulusal çapta önlemler almak zorundadır.
Atatürk’ün “planlı devletçilik” ilkesi böylesi bir gereksinmeden, böylesi bir zorunluluktan doğmuş, yüzde yüz yerli, özgün ve ulusal bir “model” olmuştu. 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra, “1923 İzmir İktisat Kongresi” ile başlayan liberalizm denemelerinin, yerini, oldukça yoğun “devlet müdahaleciliği”ne ve “planlı devletçiliğe” terk etmiş olması ve 1931 yılında devletçilik ve devrimcilik ilkelerinin parti programına alınması, Kemalist doğrultuyu, en kesin biçimde ortaya koymuş bulunmaktadır.
Türkiye bundan sonra nasıl bir yol izleyecektir? Bu soruya yanıt bulmak için geçmişin ekonomik gelişmelerini çok iyi değerlendirmek ve bundan ilerisi için sonuçlar çıkarmak zorundayız.
1929 dünya ekonomi bunalımını, Atatürk’ün “planlı devletçilik” uygulamaları ile atlattık. Peki 1950′lerden bugüne hangi “sistem”, hangi uygulama ve hangi “model” ile geldik?
Herhalde üzerinde tartışılması gerekli en önemli konu budur.
19 Mayis…
19 Mayıs, Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal kurtuluş kavgasını örgütlemek amacıyla Anadolu’ya ayak bastığı gündür.
Bu tarihten sonra örgütlü halk gücü, Erzurum ve Sişvas Kongreleri ile kutsal amaç çerçevesinde toplanmış, 23 Nisan 1920′de kendi meclisini kurmuş; Kurtuluş Savaşı’nın yiğit ordusu ile bütünleşerek emperyalist orduları kesin yenilgiye uğratmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları daha sonra bu yiğit orduya ve örgütlü halk gücüne dayanarak teokratikmonarşi yerine, halkın kendi kendini yönetmesi ilkesine bağlı cumhuriyeti kurmuştur.
Bugün kendilerine “Atatürkçü” diyenlerin bu görkemli tarih sayfalarına bakıp utanmaları gerekir.
Bu görkemli tarih sayfalarını örgütlü halk gücü ve yiğit ordu ile beraber çevirenlere “devrimci” derler. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ulusal kurtuluş devrmiciliği” adını verebileceğimiz ulusal ve demokratik devrimin yüce önderleridir.
Geçmişe bakarken birbiriyle çelişir gibi görünen iki tarih anlayışından kaçınmak gerekir. Birincisi “resmi tarih görüşü” -dür. Bu tarih görüşü, geçmişi bugünkü iktidarların siyasal ve ideolojik yapısına göre biçimlendirmeye çalışır. Bu yolla Atatürkçülük adına yapay bir ideoloji türetir. Bu yapay ideolojiye üstelik resmi nitelik de verilmek istenir. Bu tarih anlayışı, bu ulusal kurtuluş devrimcisini ancak törenlerde anımsanan bir “heykel” haline dönüştürür.
İktidarların ideolojik görüşlerine göre biçimlenen tarih anlayışı, totaliter rejimlere özgüdür.
Bu anlayışa karşı çıkan bir başka tarih görüşü de resmi tarihi yalanlamak amacıyla başka yapay tarih yaratır. Geçmişi, yaşandığı gibi değil, bugün görülmek istendiği gibi yorumlamaya çalışır. Yakın tarihimizden örnek verirsek, örneğin Marksist ideoloji ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi olmayan Çerkes Etem’i bir “halk kahramanı” olarak görmeye çalışır, Etem’in emperyalist ordularına sığındığını görmezlikten gelip, “hainden kahraman yaratmaya” çalışır.
Ne o, ne öbürü… Tarih ancak araştırılarak ve nesnel belgelere dayanılarak yorumlanır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı tarihi, kutsal kavganın “tam bağımsızlık” anlayışı ile ve inancı ile yola koyulduğunu anlatır. Bu bağımsızlık iki yönlüdür. Bağımsızlığın birinci yönü “kapitalist emperyalizm”e karşıdır. Sovyetler Birliği’ne karşı da bağımsızlık korunur. Ankara Hükümeti, Sovyetler’den silah ve para yardımı alır, ancak bu yardım “ideolojik bağımsızlığı” da zedelemez.
İlk meclisin bugün yayımlanan gizli tutanakları Mustafa Kemal Paşa’nın komünizm konusuna nasıl baktığını da göstermektedir; okuyalım:
“- Efendiler, iki türlü önlem olabilirdi. Birsi; doğrudan doğruya, komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri Rusya’dan gelen her adamı derhal, denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise sınırın dışına çıkarmak gibi zora dayalı, şiddetli, kırıcı önlemler almak… Bu önlemleri almakta iki noktada yarar görülmemiştir. Birincisi, iyi siyasal ilişkiler kurmayı gerekli saydığımız Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zora dayalı önlemler alırsak, o halde, kayıtsız – koşulsuz Ruslarla ilişki kurmamak gerekir. Oysa biz birçok siyasal nedenle Ruslarla ilişki kurmak istedik, istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde başvuracağımız önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir millet, bir hükümetin ilkelerini aşağılamak zorundayız. (…) Bilindiği gibi düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmaksızın karşı çıkmak, o akımı yok etmekten başka, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir düşüncesini kuvvet zoru ile reddederseniz, o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta dah açok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları cebir, şiddet ve kuvvetle reddedilmez. Tersine, güçlendirir. Buna karşı en etkili çare gelen düşün akımına karşı düşünceye düşünce ile karşılık vermektir… (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt I, S: 334)
Atatürk komünizme karşıdır. Bunda hiç şüphe yok. Ancak Atatürk’ün komünizme karşı takındığı tavrın, bugünün siyasal anlayışı ile hiçbir ilgisi yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder