9 Mayıs 2012 Çarşamba

Can Yücel kimdir – Hayatı Ve Eserleri

Image
Kadınlar doğurdular beni bağıra bağıra Gine kadınlar öldürecekler beni aşktan
Bağırta bağırta…
CAN YÜCEL
Şair, yazar, felsefe hocası, milletvekili, konservatuar ve köy enstitülerinin kurucusu Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel, 1926′da İstanbul’da dünyaya geldi. Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. 1950 ‘de yurda geri döndü ve aynı yıl babasının önerisi ve desteği ile ilk kitabı ”Yazma”yı çıkarttı. 1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu yıllarda Che Guevera ve Mao’dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkum oldu. İki yıl sonra genel bir afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından ”Bir Siyasinin Şiirleri” adlı kitabını yayınladı. Şair’in bu kitabı için ilk kez yoğun ve ciddi şiirle ilgilendiği dönemin şiirlerini içerir diyebiliriz. “Bir Siyasinin Şiirleri” nin önsözünü yazan Refik Durbaş, kitabı ”Can Yücel’i geniş okuyucu kitlesiyle buluşturan, kişisel ve toplumsal yaşamın acı bir dönemini dile getiren, öfkeli, alaycı, boyun eğmeyen, siyasal şiirlere ağırlık verilen bir kitap” olarak değerlendirir. Can Yücel ise yazdıktan seneler sonra, “kişinin dış baskıların hışmı karşısında kendi özünü hırpalattırmamak için, hatta yitirmemek için kullandığı bir savunma mekanizması, baskının, acının üstüne gidiş” olarak nitelendirir.
Şair 1973′de “Sevgi Duvarı” kitabıyla kitlelerle daha yaygın bir şekilde buluştu. Şiir kitapları ardarda gelmeye başladı : “Ölüm ve Oğlum”, “Şiir Alayı”, “Rengahenk”, “Gökyokuş”, “Gece Vardiyası”, “Güle Güle Seslerin Sessizliği” ….. Bunlardan bazıları.
Image
Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht gibi ünlü yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Bu kendine has çeviriler kimi zaman beğenilip ayakta alkışlanırken, kimi zaman eleştiri konusu oldu.
Son yıllarda her hafta “Leman”da her ay “Öküz” de yazıları ve şiirleri yayınlandı. “Mekanım Datça Olsun” demişti.

12 Ağustos 1999 gecesi yitirdiğimiz şair, çok sevdiği Günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça’ya gömüldü.
1988′ de kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ifadeyi kullanan Can Yücel, müziğe geçişini şöyle anlatır : ”İlk şiirimi on yaşında yazdım. Babamın metresi olan hanımın yuvasındayken. Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm, arkasından bir şiir yazdim. Şiirime babamın yardımı çok oldu. Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana… Hep şiir çevresndeydim. Dili iyi biliyorsan, şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın.”
Şairin şiire bakış açısını düşündüğümüzde, Octavia Paz’la ilişkilendirmekte zorlanmayız. Bu ilişkiyi kuran ortaklık, ”Tek bir şiirin, kendini bütün şairlere yazdırması” düşüncesidir.
Octavia Paz, ”Şairler aslında bir tek şiiri yazar” derken, Can Yücel şunları söyler : ”Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir…Pat diye gelir O, ya bir afrika menekşesini ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.”
Şiiri yaşamı çepeçevre saran bir bütünsellik olarak değerlendiren şairin şiirindeki temel öğeler, bu bütünsellik anlayışıyla bağdaşır : Mizah, alay, yergi, öfke, sevecenlik, lirizm, eleştirel bir dünya görüşü, siyasal bilinç…
Can Yücel’de mizah ve yergi başkasını küçük düşüren, gülünçleştiren bir mizah değildir. Yalanı, aldatmacayı, haksızlığı toplumsal düzenin ürünü olması açısından ele alır ve zaman zaman bunların farkında değilmiş gibi kendisiyle de dalga geçer. O’nun şiirlerinde aldatanın da aldatılanın da gülünçlüğünü buluruz.
Can Yücel şiirlerinde var olan ironi için şunları söyler :
”Harika odur ki, insanlar kendi adlarına değil, kainat adına yazarlar. Bütünselliğin dışında bir şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bir bütündür. Şiir bu bütünden çıkan çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır.”
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, şiir ve dil hakkındaki görüşlerini şöyle aktarmaktadır : ”Goethe der ya : dil orman gibidir. Ağaçlar çürür orman kalır. Bizde ağaçları kesmeye kalktılar.Bizde katıldık buna. Hala kahroluyorum.Yanlıştı. Sadeleştirme meselesi o bütünlüğün içinde sözcükleri, tümceleri nereye oturttuğunun hesabını vermek meselesidir. Kelimeler bütünselliğin parçalarıdırlar. Şiir kelimeleri bu galaksiye hediye etmektir.” Can Yücel şiirine bu sözler ışığında baktığımızda, töresel dil anlayışına karşı çıkışı görürüz. Bu karşı çıkış şiirse sözcük dağarcığının genişletilmesi ile beslenir. Küfürler ve kaba sözcükler bu karşı çıkışla, şiirin içine girmiştir.
Can Yücel’in şiirsel imgesini kuruşundaki kaynakları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanları buluruz. ”Maaile” şairin kitaplarından birine koyduğu bir ad. Şair için ailesi çok önemlidir, eşi, çocukları torunları, babası… Bu insanlarla olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımaktadır. ”Küçük Kızım Su’ya”, ”Güzel’e”, ”Yeni Hasan’a Yolluk”, ”Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim” bu sevgi şiirlerinden bazılarıdır.
Şairdeki imgeyi dönüştürme işlemi, gerçeküstücülerin üzerinde durmuş oldukları bilinçdışını özgürleştirme çabasıyla bağdaşır.
Can Yücel Hakkında
Sunay Akın
CAN ADINDA BİR FIRTINA
Can Yücel’in eşi Güler Yücel, kendisiyle yapılan bir söyleşide şu açıklamayı yaptı: “Can ile fırtınada yaşanır gibi yaşanır.”
Bu söz bizi alır, 1890 yılının 16 Eylül gününde, Japonların “Ayı Denizi” adını verdiği sularda dev dalgalarla boğuşan bir geminin güvertesine götürür… Dış görünüşü son derece güzel olan geminin içi harap durumdadır. Fırtınaya yakalanan gemide denizciler, ellerinden geleni yapmaya çalışsalar da, kaçınılmaz son çok yakındır. Direği yıkılan, tahtaları birbiri ardına koparak dağılan gemi, bu içler acısı durumuyla, bayrağını taşıdığı ülkenin de geleceğini haber vermektedir!
Ertuğrul adlı gemi, Sultan Abdülhamit’in Japon imparatoruna gönderdiği armağanları ulaştırmak üzere çıktığı sefere, sıcak bir temmuz gününde, bandoyla, top atışıyla uğurlanmıştı İstanbul’dan. Üç direkli, ahşap bir gemi olan Ertuğrul, limandan ayrılırken, bir daha geri dönemeyeceğini bilmeyenler de yok değildi! İlk kez yapılacak olan Uzakdoğu seferine Ertuğrul’un gönderilmesine karşı çıkmıştı pek çok usta denizci. Çünkü bu yaşlı gemi, tam on bir yıldır Haliç’te bir dubaya bağlı durmaktaydı. Ancak dönemin Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, Ertuğrul’da ısrar ediyordu. Hem de, onca denizcinin yaşamını tehlikeye atma pahasına!
Ekmekçi Sepeti
Ertuğrul’un kaptanı Âli Bey, karısına yazdığı mektupta gemisini bakın neye benzetiyor: “Buraların gemileri acayip, yani denizlerine göre yapılmış. Bizim geminin iki veya üç misli cesametinde olup, bizim mahut ise ekmekçi sepeti gibi her tarafı gıcırdıyor.”
Ekmekçi sepeti gıcırdaya gıcırdaya olsa da, varmayı başarır Yokohama limanına. Armağanlar İmparatora sunulduktan sonra geri dönüş hazırlıklarına başlanılır. Japonlar Ertuğrul’un esaslı bir bakım görmeden denize açılmasına karşı çıkarlar ama, “Geri dönün!” emri gelir İstanbul’dan. Kaptan Âli Bey, çaresizlik içinde emri yerine getirmek üzere ayrılır limandan.
Oşima Adası açıklarında, fırtınayla saatlerce boğuşan Ertuğrul’un dayanma gücü giderek yok olur. Yorgun gemi, sürüklendiği kayalıklara çarparak, kemikleri tek tek kırılan bir insan gibi acılar içinde inler. Ertuğrul’un battığı yerden az ileride ışığı görünen Kaşinozaki Feneri’nin kapısını sabaha kadar 69 denizcimiz çalar. Aralarında Kaptan Âli Bey olmak üzere, boğulan 500’ü aşkın denizcimizden çoğunun cesedi bulunamaz.
Şair Eşref’in Kehaneti
Ertuğrul’un batış tarihi tartışmaya açıktır. Bu konuda detaylı bir araştırma yapan yazar Erol Mütercimler, Ertuğrul Faciası’nı konu alan kitabında, 16 Eylül olarak verir batış gününü. 16 Eylül 1890, Kaşinozaki Feneri bekçilerinin, ilk kazazedeyle saat 22.00’de karşılaştıklarını bildirdiği tarihtir.
Güler Yücel’in bir sözünden kalkıp, 110 yıl öncesine gittik. Çünkü, Kaptan Âli Bey’in kızı Neyyire Hanım, Ertuğrul faciasından yıllar sonra doğuracağı çocuğa “Hasan Âli” adını verecektir. Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim” diye seslendiği de, Kaptan Âli Bey’in hiç göremediği torunu olan ve Maarif Bakanlığı da yapan Hasan Âli Yücel’dir!
Can Yücel ile yaşamak, elbette fırtınada yaşamaya benzeyecektir. Çünkü o, ne de olsa, fırtınalı havada batan Ertuğrul’un kaptanı Âli Bey’in torununun oğludur!
Yapıtları
1950 Yazma
1973 Sevgi Duvarı
1974 Bir Siyasinin Şiirleri
1976 Ölüm ve Oğlum
1981 Şiir Alayı (ilk dört şiir kitabı)
1982 Rengâhenk
1984 Gökyokuş
1985 Beşibiyerde (ilk beş şiir kitabı)
1985 Canfeda
1988 Çok Bi Çocuk
1990 Kısa Devre
1990 Kuzgunun Yavrusu
1991 Gece Vardiyası
1993 Güle Güle-Seslerin Sessizliği
1994 Gezintiler
1995 Maaile
1997 Seke Seke
1999 Alavara
1999 Mekânım Datça Olsun
ŞİİRLERİ’nden
Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akis
Al Bir Uzun Hava
Anayasası İnsanın
Arkamdan Konuşmasınlar Diye
Aslandan Al Haberi
Ay! Ay! Ay!
Baharla Ölüm Konuşmaları
Bayramlık
Bi Damlacık
Bir Ölüm İlanı
Buluşmak Üzere
Cankurtaranla
Değişik
Değişim
Dostum Samaripa’ya Mektup
Epigram
Güler Yüzümle
Kayıp Çocuk
Küçük Kızım Su’ya
Mare Nostrum
Menapoz
Muhabbet
Poetika
Rembrandt’ın Resmi Üzre
Sevgi Duvarı
Taksim Mitinginden İzlenim
Ukte
Ve Komiser Kolombo
Yapraktı

ŞİİR ÇEVİRİLERİ

66. Sone – William SHAKESPEARE
Sardalyeci Kadınların Türküsü – Jacques PREVERT
Şiirlerinden…

ÖYLE Bl…


Temiz gömleğimi giydim talimden sonra

Ayaklarını yıkıyor çeşme başında erler
İşte sen öyle bir serindin
Tuzladan kaptılarla inerken şehre
Ne güzel şey sivil denmesi çıplağa
Ve gün-açık penceresinden meşelerin
Yamacın kuytusuna sokulmuş mavi
Ufacık bi parça deniz gibiydin
Şipka biberleriyle konmuş okulun camlarına
Arnavut Köyünün o muhacir güneşi
İşte sen öyle bi cumartesiydin.
Sahanlıkta saçlarını tarıyor kızlar
Raylar ondan böyle kıvılcımlanıyor
Köşeleri dönerken, önlükleri altından
Dünyaya başlar gibi aybaşlarının kokusu
Kalkan al tıramvaydın ergenlik durağımdan
Meyvahoşun orda bir sabahçı kahvesi
Gün ağarmıştı ama ben günaydın demedim
İşte sen öyle ışıklı bir yerdin.
Bilmiyordum hiç burda bir fırın olduğunu
Diz çöktüm asfalta, baktım aşağı, üüüü’üh!..
İşçiler ateşler ay çörekleri
Ve kılıç gibiydi taze ekmek kokusu…
Dağıttık evvel-allah yalnızlıkları
Yaşamak düğünse, sen orda gelindin
Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim
HAYIRLI BİR EVET
Öyle çiniler döşe ki duvarıma
Gözlerinin yeşilinden kalçalarına doğru
Sularla filbahriler insin,
Dede`fendi`den bir yörük semai soluğun
Doldursun ak ve kara ciğerlerimi
Seninle bezensin içim
Bidaha hiç ölmeyeyim
Kahpe aşkın yüzünden bre kafir,
Eserse kır o çinileri de
Yavru ağzı parmaklarınla
Çinili köşk yıkılmış desin münafıklar
Ya da günler geceler süren bir yangınla
Kına yaksınlar İstanbul`un cehennemine
Bir cenneti kül ettik diye

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder