11 Mayıs 2012 Cuma

Anadolu Kavağı-Gezi Yazısı


Beşiktaş’taki iskelenin yanındaki banklarda başladı gezimiz. Saat sabahın 10′unuydu ama yanımızdaki bankta saçı sakalı birbirine karışmış, eprimiş ceketinin içindeki kirli gömleğiyle oturan ve birasını yudumlayan amcayı görmemizle başladı gezi. Saati çoktan ileri aldığı belliydi.
Neyse ki, bekleyişimiz sona erdi. Bizi İstanbul’un hiç bilmediğimiz bir güzelliğine götürecek olan vapurumuz iskeleye yanaştı.
Eminönü’den binen yolcular, üst katı doldurmuştu. Biz de alt katta korkulukların arkasına dizildik. Boğazın üzerinde yürür gibi gidiyorduk, iki köprünün altında geçerken de bir gizemli korku sardı bizi. Koskoca betona aşağıdan bakmak ürtücüydü. Fakat boğaza büyülenince insan korkuyu, kasveti unutuyor.
Image


Derken Kanlıca’ya geldiğimizi ilan eden yoğurt kapları doluştu vapura. Bir kaşık otlandım tabii arkadaşımın yoğurdundan. Etrafımızda İspanyol, Japon, İngiliz… Her ülkeden birer turist vardı neredeyse. Onlarla ufak sohbetler yapmaya başladık. Tabii konuşmak zorlaşıyordu, pudra şekerli yoğurtlardan kafayı kimse -muhabbet için bile olsa- kaldırmaya niyetli değildi. Yeni gelen bir Japon bir ara korkulukları yokladı; düşmeye niyetli olduklarını anlayınca, bıraktı korkulukları. Fakat ben hiç utanmadım o eski korkulukların adına. O korkulukların eskiliği bana yıllardır bu vapuru kullanan insanları, eski İstanbul’u anımsattı hep. Eski İstanbul’a duyduğum özlemi; o kullanılmış, yıpranmış eşyalar dindiriyordu belki. Fakat üst kattan biri yoğurt kabını atınca, utandım. Denizlerimizi hâlâ kirletmeye devam eden insanların olduğunu anlayınca utandım. Denizden özür diledim kendimce, ne zaman akıllanacaktık acaba? Derken tüm bu düşüncelerimden, atılan yoğurt kabından bihaber bir İspanyol, yerdeki -başkasının attığı- yoğurt kabının kapağını da aldı ve kendi kabını da alarak bir çöp kutusu bulma ümidiyle kalktı. İnsanlık dersi tokat gibiydi.
Biz yavaş yavaş sabırsızlanmaya başlayınca, o deli rüzgâr tüm hiddetiyle esmeye başladı. Uçtuk resmen, denize doğru savrulmamak için birbirimize tutunuyorduk. Bir yandan da kendi kahkahalarımıza hâkim olmaya çalıştık, denize düşmemek için.
Sonunda kendimizi attık Anadolu Kavağı’na. Deli rüzgârın karşılama seromonisi bitmişti. Şimdi de lokantaların garsonları bizi içeriye davet ediyordu. Garsonlarla ve balıklarla birkaç saat sonrasına sözleştikten sonra, turist kafilesinden ayrılarak kendi kafamıza göre yola koyulduk. Yoros Kalesi’ne gidecek yolu uzatmıştık belki ama bu tatlı kedileri sevdikten sonra buna değdiğini kabul ettik.
Image
Neyse ki, şans eseri bir turist grubunu gördük de, rotamızı Yoros Kalesi’ne doğru çevirmeyi başardık. Güneş ensemizde boza pişirmekle meşgulken biz yokuşun bitmesi için dua ediyorduk. Fakat bitmedi! Bitmeyecek gibiydi!
Bu sırada bir köpeğin de yanımızdan geldiğini fark ettik. Köpekle beraber Yoros Kalesi’ne kadar çıktık.
Image
Yoros Kalesi’ne geldiğimizdeyse, bu kadar yorgunluğa değen manzarayı izlemek için yıkık surların üzerine oturduk. Ayaklarımız havada sallanırken, Marmara denizinin, Karadeniz’le birleştiği yere kilitlendi gözlerimiz.
Image
Ardımızda bıraktığımız boğazı da şöyle bir uzaktan selamladık:
Image
Surlar yıkık döküktü, bazıları sevdasını yazmıştı duvarlarına, bazılarıysa dibine çöp atmıştı. Yine de hâlâ buram buram tarih kokuyordu her yeri.
Surların bol bol fotoğraflarını çektik, henüz kirletmedikleri surları ölümsüzleştirmek istedik belki de.
Image

Derken dar bir surun aslında yemyeşil bir cennete açılan kapı olduğunu anladık. O surun arkasına geçmemizle çimenler, papatyalar, orman manzarası büyüledi bizi ve tabii ki deniz manzarası da bizimleydi.
Image
Papatya kokulu çimenlere uzandık. Yılın ilk sıcak güneşiyle orada tanışmıştık. Turist grupları muhabbet etti ve bir geniş aile de orada piknik yapmakla meşguldü. Güneş bizi bronzlaştırmaya başlarken biz geleceğimizi çizdik aklımızda, hayallerimizi paylaştık, konuştuk her şeyden… Biraz da geleceğimizin ve hayallerimizin içine Anadolu Kavağı’nı kattık. O denli büyüledi bizleri.
Derken vapurun dönüş saati yaklaştı, karınlardan gurultular gelmeye başladı. Biz de, bizi o eski hayatımıza götürecek adımları çekimser bir hâlde atmaya başladık. Yeni bir dünya, yeni bir hayattı burası.
Lokantalar arasında tercih yapmak zordu. İkinci turu atarken gözümüze hem nezih hem de temiz bir lokanta ilişti. Buranın tüm güzelliğini tamamlayan bir yemek, iyice keyiflendirdi bizi. Balıkların, karideslerin, kalamarların, salataların içinde kendimizi kaybettik. Soğuk bir birada güneşin içimizde başlattığı yangını söndürdü. Çok uygun fiyata, bizi güzelcene doyuran lokantaya teşekkür ettik. Çaylarımızı yudumlarken ufak bir ahbaplık da kurduk. Ne de olsa buraya daha sık gelmek istiyorduk. Daha ayrılmadan bir daha ne zaman geleceğimizin planını yapmaya koyulduk.
Emeklilik hayallerimizi burada gerçekleştirmek üzere sözleştik, emekliliği burada geçirmeliydi insan! Üzgün yolcular olarak Anadolu Kavağı’ndan ayrıldık.
Dönüş yolunda yoğurt satan bir garsonun etrafında dört turist vardı. Garson önce kızları İtalyan sanıp: “Sinyor Terim, Milan” filan dedi. Kızlar şaşkın şaşkın bakınca, İspanyol sandı onları bir de: “un dos tres ole ole ole” dedi. Turist kızlarla beraber biz de gülmekten yerlere yattık. Garson da gülüyordu. Herkes gülüyordu. Heyecanlı ve beklentili yolcular, tatmin olmuş, huzur bulmuş ve çok eğlenmiş bir şekilde döndüler betonarme hayatlarına.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder