1 Mayıs 2012 Salı

Kapitülasyonların verilmesinin Osmanlıya zararları

Kapitülâsyonların zararları
Kapitülâsyonlar, bir devleti kesinlikle çökertir. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük kanıtıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 97)
Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti "uhud-i atika"* adı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket içindeki Hıristiyan unsurlar birçok ayrıcalıklara, bağışıklıklara sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan alıkonulmuş bulunursa, bir devlet kendi yaşamını kemiren kendi içindeki unsurlar hakkında önlemler almaktan alıkonulursa böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil... Osmanlı Devleti, kendisini kuran esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten alıkonulmuştu. Memleketi bayındır duruma getiremez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya giriştiği zaman derhal yabancılar karışır, hatta bir okul yapmak istediği zaman bile karışmayla karşılaşırdı. Belirtmeye değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Tam tersine bütün bu tutsaklık zincirleri devletin en güçlü, en kuvvetli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir.

Efendiler, bu halin sebebini devlet kavramını anlayış şeklinde aramak gerekir. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve özellikle kendilerine "Allah'ın Gölgesi" diyen padişahlar, memleketi kendi mülkü ve bütün temel unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kitle sanarlar. Bundan başka padişahların etrafında birtakım çıkarcılar bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında masum millet, gerçekten bunun doğru olduğunu, dinin gereğinden olduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu anlayışından yararlanarak milletin hakkı olan, milletin şerefi, onuru ve bütün varlığıyla ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul'da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine çok iyi biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hıristiyan unsurlara ayrıcalık, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin yaşamsal kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu ayrıcalıklar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Katlanama-maya başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu ayrıcalıkları bir kazanılmış hak saydılar. Onunla da yetinmediler. Her fırsattan yararlanarak onları artırmak ve genişletmek yollarına gittiler. Hükümeti korkutmaya kalkıştılar. Efendiler, görkem ve gösteriş içinde zaman geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve ileri gelenleri, debdebeyi devam ettirmek düşüncesindeydiler. Onun için devletin gerçek kaynaklarını kuruttuktan sonra gereksindikleri parayı dışarıdan sağlamaya kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve onur ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı.

Osmanlı Devleti'nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket içinde bütün Hıristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip... Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü özel örgüte sahip ve dışarının sürekli kışkırtmalarına ve koruyuculuğuna erişmiş. Devlet ve Hükümet ise bunu önlemekten âciz.. Çünkü bütün bu zararlı girişimlerin dayanak noktası, dışarıda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışarıdaki devletler hem bir taraftan içerideki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve birtakım bağımsızlıklar oluşturmaya kışkırtıyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların adına ve hesabına karışıyor, çalışıyor ve bu şekilde bütün dünya gözünde Osmanlı Devleti'nin hiçbir değer, erdem ve onuru
kalmıyor, devlet onuru adına hiçbir şey kendisinde var kabul edilmiyor, âdeta koruma ve vesayet altında bir toplum gibi kabul olunuyordu. İşte bu acı darbenin son evresi olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün bunlara bağlı olan kişiler o düşmanlarla beraber olarak milletin peşini bırakmadılar; en son cinayeti işlediler.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan,Milliyet gazetesi, 24-25.12.1929)
Kapitülâsyonların, konferansta* birçok toplantıları işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu sorunun söz konusu edilmesi ve görüşülmesi bile millî onurumuza yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece iğrenç bir şey olduğunu size tarife gücüm yetmez.Bunları, diğer şekil ve isimler altında gizleyerek bize kabul ettirmeyi başaracaklarını düşünen ve hayal edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Çünkü, Türkler kapitülâsyonların devamının kendilerini pek az bir zamanda ölüme ***üreceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak yok olmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye ve savaşmaya karar vermiştir.
1922 (Atatürk'ün S.D.111, s. 57)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder