Tasavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah’a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.
VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak
güzellik vardır.İnsan Allah’ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve
tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir.
Tasavvuf inancına göre bu dünya geçicidir.Ve Allah’tan ayrılan ruh ona
dönmeye çalışmaktadır.Allah’a ulaşmak için dünyevi zevklerden vazgeçip,
aşkla Allah’a bağlanmak gerekir.İnasana duyulan aşk mecazi,Allah’a
duyulan aşk gerçek aşktır.
Tasavvufçular Allah’a ibadetle değil sevgiyle ulaşabileceklerine
inanırlar.Cennet ve cehennem önemsizdir.Onlar için cennet Allah’a
kavuşma,cehennem ise Allah’tan ayrı kalmaktır.
asavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah’a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.
Tasavvuf Nedir?
Köklerinin
Eflâtun (Platon)’da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren
tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani
sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce
vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır.
Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık
saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek
ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a
yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür.
Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir
parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir
kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.
Şöyle
bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri,
olgunlukları içeren Tanrı’nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca
çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?
Tasavvuf
filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki
tek varlığın, Tanrı’nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün” emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak’ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın
yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada,
insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük,
güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük
olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk
gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip
sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise
hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun nitelikleridir.
Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı’nın
niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.
Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?
Evrende,
dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık
nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere
sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler,
yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu
Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın
yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması,
nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka
vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan,
kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları
okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması
olanaksızdır.
Ama
bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın
görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı
nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de
sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk’ın,
yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak
yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda
çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun
gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana
baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır.
Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın varlığına
erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.
İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.
Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak”
(ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde
bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda
İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Burada “devir”, devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Alem-î Gayb’dan Alem-î Şühud’a
indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde,
önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde
görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına
kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.
Görüldüğü
gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı
en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği,
en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri
taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca
Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek
mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.
Şöyle
bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir
felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din
adamları sokuyor?
Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil’e
bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara
uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.
Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.
“Tarik” Arapça’da “yol” demek, ama “tarikat”
şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki
Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm
şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara
karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî
Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.
İslâm
şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da
sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için,
sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın tarikata kabul
edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak,
yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak,
gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak,
iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek,
her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak,
dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa
olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse
konuşmaz, yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.
Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ
ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu
kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına
aykırıdır.
Birtakım
çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın,
tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin
çerçevesindedirler.
Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız
bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din
felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder