29 Nisan 2012 Pazar

Makale Nedir?- Makale Türünün Özellikleri-Makale Örnekleri

MAKALE TÜRÜ
Tanımı
Makale, belirli bir konuda, bir görüşü, bir düşünceyi savunmak ve kanıtlamak için yazılan yazı türüne denir. Gazete dergi ve internette yayınlanır. Ayrıca herhangi gerçeği açıklığa kavuşturmak, bir konuda görüş ve tezler ortaya koymak ve bir hipotezi savunmak, desteklemek için yazılmış olan yazılara da makale denir.


Makaleleri “gazete makaleleri” ve “dergi makaleleri” olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir.
Gazete makalelerinin konusunu sosyal,  siyası ve toplumsal sorunlar gibi günlük olaylar  oluşturduğu için uzmanlık  aranmaz  konu  ile  ilgili  bilgisi   olan  herkes  yazabilir. Sade  akıcı. Samimi bir dil kullanıldığı için  fıkra türüne yakındır.

Dergi makalelerinin konusunu akademik konular   oluşturur. Uzmanlık  gerektirir Ancak  o  konunun  uzmanı  olan  kişiler  yazar  daha  bilimsel  ve   alanın  gerektirdiği  terimlerle  yüklü   ağırbaşlı bir  anlatımı  vardır.  Bu    makaleleri , “genel makaleler” ve “bilimsel makaleler” şeklinde  gruplama  yapanlar  da  vardır.

Bilimsel makale,
özgün araştırma sonuçlarını içeren, yazılmış ve basılmış raporlardır.
Gazetelerin çoğunlukla ilk sayfasında yer alan ve o gazetenin genel fikrî   yapısını   temsil  eden   yazılara başmakale, bu yazıyı yazan kişiye de başyazar denir.



Makale türü, edebiyatımıza Tanzimat Döneminde gazete ile birlikte Batı’dan giren bir türdür. Düşünce yazıları içinde en ağırbaşlı ve en zor olan tür makaledir. Makalenin amacı bilgi vermektir ama bu bilgi ansiklopedik bilgilerden çok farklıdır. Ansiklopedik bilgide, tanıtma, açıklama, sıralama ve kendiliğinden kesinleşmiş olma özellikleri vardır. Oysa makalede kişilik sezinleten bir anlatım, bir yorum ve inandırma eğilimi, bir amaç vardır.
Makalenin Özellikleri
·         Öğretici bir metin olduğu için daha çok açıklayıcı anlatım biçimi kullanılır.

·         Her konuda makale yazılabilir. (din, sağlık,güncel konular,teknoloji,tarih vb.)

·         Makaleler gazete, dergi ve internette yayımlanır.

·         Doğrudan anlatım türü kullanılır, süslü ifadelerden kaçınılır.

·         Makalenin amacı hangi konuda olursa olsun “bilgi vermek”tir.

·         Makale başlığı konunun içeriğini açıklayıcı bir biçimde konulmalıdır.

·         Öne sürülen görüşler kanıtlanmalıdır.

·         Yazar anlattıklarına güvenmelidir.

·         Okuyucuya konunun önemini vurgulamak için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden yararlanmalıdır.

·         Kolay anlaşılır, açık, sade, akıcı bir dil kullanılmalıdır.



Makale Türünün Türk Edebiyatı’ndaki Temsilcileri
        Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Mehmet Kaplan, Halil İnalcık, Şükrü Ünalan, Namık Kemal, Şemseddin Sami, Muallim Naci, Beşir Fuat, Hüseyin Cahit
Makale Yazarı
·         Kendi alanında geniş bilgiye sahip olmalı

·         Diline hakim olmalı

·         Olaylara objektif bir gözle bakmalı

·         Genel kültürü geniş olmalıdır.


Makalede Plan
Giriş Bölümü
Öne sürülecek sav, görüş ya da düşünce yazının girişinde sergilenir. Makalenin en kısa bölümüdür. Makalenin geneline göre bir iki, paragrafı geçmez. İyi bir giriş makalenin oluşmasını sağlayabilir. Giriş bölümünde, yazıdaki fikir gelişiminin hangi yönde olacağı saptanır. Okuyucu bilgi ve fikir atmosferine yavaş yavaş sokulur.

Genellikle okuyucu ilk bakışta bu bölümü okur; sararsa, ilgisini çekerse yazıyı sonuna değin okumaya karar verir. Bu yönden makalelerde girişin çok ustaca ve özenle biçimlendirilmesi gerekir. Bu bölümde konu hiçbir ayrıntıya girmeden ortaya konulur. Bunun aşırı dolaylamalara kaçılmadan yapılması gerekir. Neyin üzerinde durulacağı, ne hakkında söz söyleneceği bir iki paragraf içinde ortaya konulmalıdır.
Gelişme Bölümü
        Gelişme bölümünde, giriş bölümünde dile getirilen konu açıklanır, makalenin yazılış amacı ve bu amaca yönelik bilgi, belge ortaya konularak tez savunulur, antitezler çürütülür. Konu ile ilgili bilgi ve belgelerin ele alınıp işlendiği, konunun genişletildiği ve ortaya konmak istenen fikrin doğruluğuna deliller gösterildiği bölüm, gelişme bölümünü oluşturur (Korkmaz 1995:220). Gelişme bölümü, derlenen, ortaya atılan fikirlerin çeşitli yönlerden genişletilmesi, desteklenmesiyle meydana gelir. Bütün fikir yazılarında olduğu gibi makalede de gelişme bölümünde açıklanacak fikirlerin derli toplu olması lazımdır. Dile getirilen fikirlerin inandırıcı, iddiacı kesin bir karaktere sahip olması için onları uygun yollarla açıklamak, desteklemek ve yerine göre de ispatlamak gerekir.



Gelişme bölümü makale yazarının inandırıcı olabilmek için tüm gücünü ortaya koyduğu alandır Bu bölümde ileri sürülen görüşlerin doğruluğunu ispatlamak için kanıtlar gösterilir, karşılaştırmalar yapılır, sayılar ve örnekler verilir. Öne sürülen sav, görüş ya da düşüncenin açımlanması, kanıtlanması bölümü makalenin gövdesini oluşturur. Yazar bu bölümde düşüncelerini açacak, geliştirecek, boyutlandıracaktır. Bunun için de tanımlama, karşılaştırma, örneklendirme, tanıklama, nesnel verilerden yararlanma gibi yollara sık sık başvuracaktır. Böylece okuyucuyu söylediklerinin doğruluğuna ve geçerliğine inandırmış olacaktır.

Sonuç Bölümü

Sonuç bölümü; bir bakıma özetleme bölümü sayılabilir. Başta ileri sürülen, sonra açıklanan görüş, sonuç bölümünde -genellikle- bir paragrafta yinelenir. Ama asıl işlev burada yazının etkisinin doruğa ulaştırılmasıdır Ele alınıp işlenen, geliştirilen konunun hükme varıldığı ve o konunun ana fikrini oluşturan kısım sonuç bölümüdür. Bu bölümde yazar söylediklerinin tümünü belli bir sonuca ulaştıracak biçimde bir iki cümle ile sonucu vurgular.
Makale ile Sohbet Arasındaki Farklar

·         Makalenin konuyu derinlemesine incelemesine karşılık, sohbetlerde konu yüzeyden incelenir.

·         Makalelerde işlenen fikir savunularak ispatlanır. Sohbetlerde ise ispat etme gibi bir gaye yoktur.

·         Makalelerde daha ciddi ve sağlam ilim kullanıldığı halde, sohbetlerde samimi bir konuşma dili kullanılır.

Makale ile Fıkra Arasındaki Farklar
·         Makale yazarı ele aldığı fikirleri bilimsel bir yaklaşımla incelerken, fıkra yazarı kişisel bir görüşle inceler.

·         Makalede yazar fikirlerini kanıtlamak zorundadır. Fıkrada ise bu zorunluluk yoktur.

·         Makale bilimsel bir yazı olduğu için resmi ve ciddi bir anlatım kullanılır. Fıkrada ise, samimi, içten ve rahat bir anlatım vardır.

Makale ile Deneme Arasındaki Farklar
Denemeci özgürce seçtiği bir konu üzerinde kişisel görüşlerini okurlarıyla dostça paylaşırken okuyucuyu düşündürme amacı taşır. Yazınsal bir dil kullanarak toplumun geneline hitap eder.

Makaleci ise öğretmeyi, bilgilendirmeyi amaçladığı için bilimsel belge, anket ve istatistikler gibi verilerle savını kanıtlama yoluna gider. Bilimsel ve terimsel bir dil kullanarak konuyla doğrudan ilgisi olan sınırlı bir okura seslenir.
Makale Örnekleri
Geçtim Yine Dün Eski Hazan Bahçelerinden

Yahya Kemal Türk şiirinin diri belleğidir. Bu cümle, büyük şairi, yaptıkları değerlendirmelerde küçük bir telmih malzemesi olarak görmeye mütemayil Cumhuriyet müteşairlerine yapılmış bir hatırlatma olarak kaydedilsin. Zira onu ve şiirini geçmişle bugünü bağlayan bir ara köprü mesabesine indiren zihniyet, bir adım sonra, şu yargıyı fısıldayacaktır: Yahya Kemal eski bir hatıradır; çağını tamamlamıştır…
Oysa bu büyük şair gerek tematik unsurları ele alıştaki romantik yaklaşımı, gerekse şiirsel ahenk unsurlarını kullanmadaki klâsik duruşuyla zirvelerin adamıdır.
Onu Türk romantizminin ölümsüz temsilcileri arasına yazdıran hususları sıralayalım: Vatan ve millet yaklaşımı, din duygusu ve tabii ki sanat ve edebiyattaki uygulamaları…
Bir örnek olsun diye sunuyorum, bunların tamamını “Koca Mustafapaşa” şiirinin bir dörtlüğünde şöyle birleştirir Yahya Kemal:
“Öyle sinmiş ki bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allâh’a gidenlerden uzak.”
Tahminim odur ki, Yahya Kemal’in eserlerindeki muhtevayla ilgili didaktik metinlere bu günlerde sıkça rastlayacak ve eminim hemen hepsinden istifade edeceksiniz. Bu yüzden ben, şairin diğer yönüne, şiirindeki görsel ve işitsel takdimlere temas etmek istiyorum.
Talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler’de Yahya Kemal için şu tespiti yapar, ki doğrudur: “Yahya Kemal dilin mükemmeliyet imkânlarını en son haddine kadar yoklamış, tartmış ve bulmuş olan adamdır. Bâkî ve Nef’î’den sonra Türkçenin hâkim şâiri odur.” Burada ‘dilin mükemmeliyet imkânları’ ile kastedilenin şiirdeki mûsıkî ve ahenk olduğunu anlamak gerekir. Tanpınar bunu başka bir yazısında şöyle belirtir: “Yahya Kemal, (…) ‘nağme’yi Türk şiirinde tekrar kuran adamdır.”
Doğrusu Yahya Kemal’in şiirlerindeki mûsikî kabiliyetiyle ilgili daha nice cümleler bulunup sıralanabilir. Biz, böylesi bir kolaycılığın kucağına teslim etmeyeceğiz okuyucuyu. Bunun yerine, Eski Şiirin Rüzgârıyla söylenmiş bir “Şarkı”sı üzerinden uygulamalı bir  sunum yapacağız.

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş
Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş
Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.

Lise seviyesinde bir bilgiye sahip olanların hatırlayacağı üzere, şarkı, Fars edebiyatından alınmayıp Türklerin icat ettiği bir nazım şeklidir. Varlık sebebi bestelenip okunmaya dayanır. Bu yüzden bend sayısı sınırlıdır, azdır. Yine aynı gerekçeyle, müzik usullerine yatkın olan aruz kalıplarıyla, özellikle de “mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü fa’ûlün” kalıbıyla yazılır. Bu arada önemli bir ahenk unsuru olarak “nakarat”a da büyük değer verilir.
Klâsik şarkı formuyla karşılaştırıldığında Yahya Kemal’in “Şarkı”sı tam bir intibak gösterir. Sözgelimi,  daha ilk bakışta bu metnin “a, a(n), a, a(n)// b, b, b a(n)” şeklindeki kafiye şemasıyla oluşturulduğunu ve buradan da 2. 4. ve 8. dizelerin aynen tekrarlandığını görürüz. Bu arada,  şiirimizde kullanılan veznin yukarıda zikrettiğimiz aruz kalıbıyla (- – . / . – - . / . – - . / . – -) aynı olduğunu ve herhangi bir hatayı barındırmadığını belirtelim. Bu noktada son olarak “Şarkı”mızın redif ve kafiye türü ile ilgili tespitleri de vuzuha erdirelim: İlk dörtlükte nakarat dizeleri hariçte tutarak “derinden” ve “yerinden” kelimelerinde “den”lerin redif, “erin”lerin “zengin” bir örgü oluşturdukları fark edilecektir. İkinci dörtlükte ise “muş” redifiyle çoğalan “dol”, “sol” ve “ol” hecelerinde “tam kafiye”nin vücut bulduğunu görürüz.
Üst paragrafta söylenenleri bir tarafa bırakalım, bu metnin ses derinliğini artıran iç dalgalanmalar daha önemlidir. Şimdi, şiirsel ritmi ve armoniyi  üst perdeye yükselten mütekerrir unsurları sıralamaya çalışalım, lütfen işaret edilen dil unsurlarını yukarıdaki metin üzerinden de takip etmeye çalışınız:

1. Kalbim, geçtim, geçtim, mevsim, bağrım(a), bastığım(ız) benzim, geçtim…
2. Seni, eski, gibi, yeri, eski, ki, gibi, eski…
3. Yine, yine, ve, en, ince, yine, demde, benzim de, yine…
4. Üzgün, dün, üzgün, gördüm, kül, dün…
5. Hazan, hazan, senden, boşalan, hazan…
Şimdi, şairin başarısını bir derece daha artıran diğer bir hususa geldi sıra: Şiirin bu iç içe geçirilerek oluşturulan ses örgüsü, muhtevayla da pekiştirilmiş. Nasıl mı? Aynı ruh ülkesine, gönül dünyasına ait kelimelerinin seçiminde gösterilen tutarlılıkla: Kalp, üzgün, andım, hazan, üzgün, kırılmış, hazan, gözyaşları, solmuş, kül, hazan… Oldu olacak, bunların hangi bağlamlar içinde verildiğine farklı bir formatla bir kez daha bakalım: 


1. Kalb, üzgün, derinden anmak; 

2. Geçmek, yine, eski hazan bahçeleri; 

3. Sevgiliden boşalan bağır, gözyaşları, dolmak (hüzün), 

4. Geçmiş yaz, basılan otlar, solgunluk; 
5. Son dem (yaşlılık), mevsim (sonbahar, solgun otlar), beniz, kül olmak…
Yahya Kemal’in, saf ve hakiki şiire dair hükümlerde bulunurken “Derûnî ahenk”, “nefes ve ses”, “söylenmiş ve dinlenilen”, “ritim” “ondulation musicale” (ahenk dalgalanışları) gibi kavramlara ayrı bir anlam yüklediğini biliyoruz. Bu ayrıcalıklı tutum, bütün şiirlerinde olduğu gibi, ele aldığımız “Şarkı”da da kendisini gösterir. Geçmişin sonsuz mutluluğuna, ufuk ötesinin sağaltıcılığına, herhangi bir sevilen vasıtasıyla gitme teşebbüsü içinde olan şair, bizi seslerden örülü bir yolculuğa teslim etmiştir.
Yahya Kemal’in 113. doğum (2 Aralık 1884) ve 50. vefat (1 Kasım 1958) yıldönümleri ile çevrili günlerdeyiz. Önümüzdeki süreçte Yahya Kemal ile ilgili etkinliklerde bir artış olacağı muhakkak. Umarız ki,  şairler ve diğer kültür sanat figürleri, bu dönemden istifade etmiş olurlar. Evet, Yahya Kemal’den öğrenilecek çok şey var…

Bu yazının sonunda, geleneklere tâbi olarak, merhuma ve sevenlerine Allah’tan rahmet diliyoruz.


Cevat Akkanat

 İstanbul’un Ağaçları
Bilmem farkında mısınız; İstanbul artık daha ziyade yeşil, daha çok ağaçlı. Çeyrek yüzyıl öncesinin Boğaziçi sırtlarını hatırlıyorum, neredeyse baştan sona çıplak tepeler silsilesi idi.
Şimdi binalarla dolu, ama ağaçlarla da dolu. Boğaziçi’nde ağaçlar, çeşitli sebeplere bağlı olarak hep böyle belli aralıklarla bir var, bir yok olmuş, İstanbullular bazen çıplak tepelere bakmış, bazen yeşil yamaçları seyre dalmışlardır.

XVI. yüzyılın söz ustası, şairler sultanı Baki Efendi bir gazelinde, çağının pastoral ilhamlarını damıtarak şöyle diyor:

Eşcâr-ı bağ hırka-i tecrîde girdiler

Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan

Her yaneden ayağına altun akup gelir

Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan

Sahn-ı çemende durma salınsın sabâyile

Âzâdedir nihâl bugün berg ü bârdan
Bir yanda İstanbul coğrafyasının ağaç ile sıkı fıkı dostluğu, diğer yandan devletin ihtişam ve debdebesi, hatta İstanbullunun zihniyet algılamasını yansıtan bu beyitler çıplak anlamıyla aşağı yukarı şöyle demek olur:
“Bağın ağaçları (meyveden ve yapraktan) arınıp soyutlanmışlık hırkasına büründüler. Mevsim değişince sonbahar rüzgârları çınardan el aldı da şimdi dört bir yandan ayağına altın akıp geliyor. Kırlardaki ağaçlar ise sanki ırmaktan medet umuyorlar. Artık taze fidanlar kırlarda saba rüzgârıyla durmadan salınsa ne çıkar, zaten meyveden ve yapraktan kurtulmuş değiller midir?”
İlk beyit, sonbaharda yaprakların dökülüşü ve yaz sonunda ağaçların itibardan düşüp rüzgârın hüküm sürmeye başladığını, dervişlerin dünyadan sıyrılma halleriyle örtüştürerek vermekte ve meyveleriyle yapraklarından sıyrılan ağaçları, dünya malı ve ilgilerinden mücerret hale gelen dervişlere benzeterek anlatmakta. İkinci beyit şairin yaşadığı Kanuni çağında Osmanlı devletini, her yandan ayağına altın akıp gelen bir çınar biçiminde sembolize etmekte, kırlarda çınarların geniş gövdeleri altında toplanan altın sarısı sonbahar yapraklarını, çevre ülkelerden devlet hazinesine akan haraç ve vergilerin çil çil altınlarına benzetmektedir. O kadar ki belli vergiler karşılığında Osmanlı’nın himayesinde olmayı veya onunla hoş geçimde bulunmayı arzulayışlarını da “ırmaktan himmet umma” olarak göstermekte, XVI. yüzyılda sultana ulaşmak üzere İstanbul’da günlerce, aylarca bekleyip aracılardan himmet bekleyen sayısız elçiye de bir göndermede bulunmaktadır. Son beyit ise İstanbul sokaklarını ve meydanlarını dolduran fidan boylu tazelerin serazat hayatlarını, fidanların umursamaz salınışlarına benzeterek adeta İstanbul’un zevk ve estetik hayatından bir kesit sunmaktadır. Üstelik şair bütün bunları tabiata bakarak, gözünü çevresine çevirmiş olarak bize sunmaktadır.
Eski şairlerin tabiattan ilham alışları başlı başına incelemeye değer bir konudur. Tabiata bakan, toprağı anlayan, çevresindeki dengenin farkında olarak yaşayan bu adamların en ziyade andıkları ağaç da hiç şüphesiz sevgilinin boyunu andırdığı için servidir. Nitekim aynı şairin ifadesiyle servi, her dem taze (=ebedî güzellik), elif gibi azade (=vahdet), meyve vermeyen (=âşıkına iltifat etmeyen) bir ağaçtır amma nice âşıkın gönül kumruları ona can atmaktadırlar:
Baki nice bir fâhte-veş bâğ-ı belâda
Nâlân olam ol serv-i hırâmânın elinden
Hemen hemen, “Ey Baki! O salınan servi boylu güzel yüzünden bela bahçesinde kumru gibi daha ne vakte kadar inleyip duracağım?!..” demeye gelen bu ifadenin arka planında tıpkı güle âşık olan bülbül misali serviye tutkun kumru imgesi vardır. Öyle ki hemen her servinin üstünde bir kumrunun “hû-hû”larını duymak mümkündür. O hû-hûlar ki sevgilinin gerçekliğini dile getirip adeta âşıka bir derviş zikrini tamamlar gibi olgunluk verir.
Kaddini öğmek Necatî’nin değil haddi veli
Söylenir kumru gibi serv-i hırâmân üstüne
beytinde olduğu gibi. Diyor ki, “Ey sevgili! Senin boyunun güzelliğini övmek, gerçi şu Necati’nin haddi değildir ama yine de kumru misali salınan servi üstüne anlatıp duruyor.”
Baki’nin yukarıda Osmanlı devletini çınara benzeterek çınarın uzun ömrü ile devletin bekası arasında kurduğu ilgi, aynı zamanda eski şiirin çınar algılamasına da kapı aralamaktadır. Buna göre çınarın kolları yanlara uzanmış, yaprakları da eller biçiminde cömertçe açılmıştır. Bu tavrıyla o, hem herkese kol uzatan güngörmüş bir pir-i faniye, hem de çevresine ihsan ve himmeti dokunan ermişlere benzer. Bu iki şahsiyet Osmanlı devletinin içini dolduran başat kimliklerin göstergesidir. Öyle ki çınarlar çevresinde insanlar birikir. Tıpkı çınar misali abide şahsiyetler çevresinde birikilmesi gibi. Nitekim o zamanlarda şehrin meydanlarında çınarlar olur, karargâhlar çınarların çevresine kurulur, bezm ü rezm için çınar altları tercih edilirmiş. Çünkü çınarlar gölgelerinde nice yeni yetmeleri kemale erdirip pir eyler, nice eğlencelerde şahlara tempo tutup el el olmuş yapraklarıyla güzellikleri alkışlar.
Atalarımız İstanbul’a ağaç dikerken tepelere üstü kubbemsi fıstık çamlarını, yamaçlara servi gibi uzun boylu ağaçları, iskele ve meydanlara da çınarları layık görmüşler. Birincisi tepelerin estetik güzelliğini korumak, ikincisi erozyonu önlemek, üçüncüsü de çevresinde insanları biriktirmek için. Bilhassa Boğaziçi köylerinin vapur iskelelerinde sıklıkla asırlık çınarlara rastlanması bundandır. O çınarlar ki tarihte yüzünü görmeyi isteyip sesini merak ettiğimiz nice kahramanları görmüş, nice kez şehrin hüzünlerine ve neşelerine şahit olmuş, güzel baharlar yaşayıp fırtınalı zamanlarla sarsılmış tarihî birer kimlik taşır. Farkında mısınız, İstanbul şimdilerde bunu bize hissettiriyor !..
İskender Pala / Zaman, 11 Kasım 2008, Salı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder