4 Mayıs 2012 Cuma

Böyle buyurdu Zerdüşt

Zerdüşt otuz yaşında yurdunu ve yurdunun göğünü bırakıp dağlara çıktı. Orada ruhunun ve yalnızlığının tadını çıkardı ve on yıl bundan bıkmadı. Ama en sonu gönlünde değişim oldu ve sabah tanla kalktı, güneşin karşısına geçti ve ona şöyle dedi:
“Ey büyük yıldız ! Aydınlattıkların olmasaydı, nice olurdu senin mutluluğun ! On yıldır mağaramın üstüne yükselir durursun: ışığından ve yolculuğundan bıkardın ben olmasaydın, kartalım ve yılanım olmasaydı !”
(Nietzsche, Zerdüşt’ün giriş kısmında -belki biraz da alay ederek – insanın en büyük yanılgılarından birine değiniyor. Antropomorfizm: insanın kendi dışındaki dünyadan anlam çıkarma ve onu kendine benzetme alışkanlığı. Dindarlar da çok sık kullanırlar bu varsayımı. Yani, eğer bizler – biz bilinç sahibi insanlar – olmasaydı, güneşin ve diğer şeylerin varlıklarının da bir anlamı kalmazdı. Karl Marx bu anlayışa karşı çıkacak ve şu hükme varacaktır: “Nesnel dünya onu algılayan insan zihninden bağımsızdır !”)
Bak ! Pek çok bal toplamış bir arı gibi, bilgeliğimden usandım; onu almaya uzanacak eller gerek bana.
Böyle başladı Zerdüşt’ün batışı.


(Ve Zerdüşt bilgeliğiyle insanları aydınlatmak için aralarına inmeye karar verir.)
Zerdüşt dağdan yalnız indi ve kimseyle karşılaşmadı. Ama ormana girdiğinde kutlu kulübesinden ormanda kök aramaya çıkmış yaşlı bir adam belirdi önünde. Ve şöyle dedi yaşlı adam Zerdüşt’e. (…) “Gitme insanlara, ormanda kal ! Hayvanlara git daha iyi ! Neden benim gibi olmak istemiyorsun – ayılar arasında ayı, kuşlar arasında kuş ?”
“Peki, ormanda ne yapıyor ermiş ?” diye sordu Zerdüşt.
Ermiş cevap verdi: “Türküler düzüp söylüyorum ve bu türküleri düzerken, gülüyor, ağlıyor ve mırıldanıyorum: böyle övüyorum Tanrı’yı. Peki sen armağan olarak bize ne getiriyorsun ?”
Zerdüşt bu sözleri işitince, ermişi esenledi ve dedi:
“Ne vereyim ben size ! Çabucak gideyim de bir şey almıyayım sizden ” Ve ayrıldılar böylece, yaşlı adamla Zerdüşt çocuklar gibi gülüşerek.
Ama Zerdüşt yanlız kalınca, şöyle dedi gönlüne:
“Nasıl olur ! Bu yaşlı ermiş, Tanrı’nın öldüğünü daha işitmemiş ormanında !”
(Zerdüşt ormanın kıyısındaki en yakın kente varır ve orada bir ip cambazının gösterilerini seyretmek için toplanmış olan kalabalığa konuşur.)
Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın ve inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz açanlara ! Ağı saçanlardır onlar, bilerek bilmeyerek. (…) Evet, kirli bir ırmaktır insan. Kirli bir ırmağı içine alması ve bozulmadan kalması için deniz olmalı kişi. (…) İnsan, hayvanla üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, uçurum üstünde bir ip. (…) Ben, gönlü har vurup harman savuranı severim – ne teşekkür bekler, ne teşekkür eder: çünkü hep verir o ve kendini korumak istemez. Ben, zar kendine uygun düşünce utananı ve soranı severim: “Ben düzenci bir oyuncu muyum yoksa ?” – çünkü yok olmak ister o.
Ben, işine başlamadan önce altın sözler saçanı ve hep sözverdiğinden fazla yapanı severim: çünkü batışını ister o. Ben, tanrısını yola getireni severim, çünkü tanrısını sever o; tanrının öfkesinden yok olması gerekir de. Ben, yaralanmada bile gönlü derin olanı ve küçücük bir şeyden yok olabileni severim: böyle geçer o köprüyü seve seve.
Ben, gönlü dolup taşanı severim, öyle ki kendini unutur ve her şey onun içindedir; her şey onun batışı olur böylece. Ben, özgür ruhlu ve özgür yürekli olanı severim: böylece kafası, yüreğinin içi yalnız olur, ama yüreği batmaya zorlar onu.
(Zerdüşt halka konuşur; ama halk anlamaz onu, alaycı ve buz gibi bakışlarla bakarlar bu dağdan gelen kahine. Derken ip cambazının gösterisi başlar. Cambaz ipin üzerindeyken, bir soytarı ipin üzerine çıkar ve cambaza saldırır. Cambaz ipten düşer. Ölmeden önce, Zerdüşt cambaza doğru eğilir ve onunla konuşur.)
Fakat Zerdüşt yerinden kıpırdamadı ve gövde paramparça ama henüz canlı, yanıbaşına düştü. Az sonra, yaralı kendine geldi ve Zerdüşt’ü yanında diz çökmüş gördü. “Ne yapıyorsun öyle?” dedi sonunda. “Şeytanın bana çelme takacağını çoktandır biliyordum. Şimdi cehenneme sürükleyecek beni: ona engel olacak mısın ?”
“Şerefim hakkı için, dostum,” diye cevap verdi Zerdüşt, “bu söylediğin şeylerin hiçbiri yoktur: ne şeytan var, ne cehennem. Canın, gövdenden bile önce ölecektir. Hiçbir şeyden korkma artık !”
Adam gözlerini kuşkuyla kaldırdı. “Söylediğin doğruysa” dedi sonra, “hayatımı yitirmekle hiçbir şey yitirmiş olmayacağım. Ben, dayakla ve bir lokma yiyecekle oyun öğretilmiş bir hayvandan fazla bir şey değilim pek.”
“Ne demek,” dedi Zerdüşt, “sen tehlikeyi iş edindin; bunda hor görülecek ne var. Şimdi de işin yüzünden ölüyorsun: bunun için seni kendi ellerimle gömeceğim.”
(Zerdüşt ölen cambazın cesedini beraberinde götürür. Akşam olduğunda cesedi kurtlar parçalamasın diye bir ağaç kovuğuna saklar ve uykuya dalar.)
Uzun zaman uyudu Zerdüşt ve yüzü üzerinden yalnız tan değil, sabah dahi geçti. Ama sonunda gözleri açıldı: şaşmış, bakıt Zerdüşt ormanın ve sessizliğin içine; şaşmış, baktı kendi içine. Derken, birden karayı gören bir gemici gibi, çabucak doğruldu ve sevinçten bağırdı. Çünkü yeni bir gerçek görmüştü. Ve gönlüne şöyle dedi:
“İçime bir ışık doğdu: yoldaşlar gerek bana, diriler – istediğim yere götürebileceğim ölü yoldaşlar ve cesetler değil.
Beni, benim istediğim yere, kendi istekleriyle izleyebilecek diri yoldaşlar gerek bana.
İçimize bir ışık doğdu: Sözünü halka değil, yoldaşlara yöneltecek Zerdüşt ! Sürünün çobanı ve köpeği olmayacak Zerdüşt. Niceleri sürüden çekmek; bunun için geldim ben. Halk ve sürü bana kızacak: çobanlar, haydut diyecekler Zerdüşt’e.
Ben çobanlar diyorum ya, onlar kendilerine iyiler ve doğrular derler. Ben çobanlar diyorum ya, onlar kendilerine hak dine inananlar derler.
İyilere ve doğrulara bakın ! En çok kimden nefret ediyorlar ? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan – oysa o yaratıcıdır !
Bütün inançların inanç erlerine bakın ! En çok kimden nefret ediyorlar ? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan – oysa o yaratıcıdır !
Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.
OKUMA VE YAZMA ÜSTÜNE
Bütün yazılmış şeyler içinde yalnız, kanla yazılmış olanı severim. Kanla yaz: göreceksinki kan, ruhtur. (…) Kanla ve özdeyişlerle yazan okunmak değil, ezberlenmek ister. Dağlarda en kısa yol, doruktan doruğadır; ama uzun bacakların olmalı bunun için. Özdeyişler, doruklar olmalı; söz söylenen kişiler de boylu poslu olmalı. Hava yeğni ve duru, tehlike yakın ve ruh sevinçli hınzırlıklarla dolu; iyi uyar bunlar birbirine.
Çevremde cinler olsun isterim; çünkü yürekliyim ben.
Hayaletleri kaçırtan yüreklilik, cinler yaratır kendine – yüreklilik gülmek ister.
Ben artık sizin gibi duymuyorum: bu altımda gördüğüm bulut, bu gördüğüm karaltı ve ağırlık, – bu sizin fırtına bulutunuzdur işte.
Siz, yükselmek isteyince yukarı bakarsınız. Bense aşağı bakarım; yükselmişim çünkü.
Sizden kim aynı zamanda güler ve yükselmiş olur ?
En yüce dağlara çıkan, güler bütün acıklı oyunlara ve acıklı ağırbaşlılığa. (…)
Bana diyorsunuz: “hayata katlanmak güçtür.” Yoksa ne işe yarardı sabahki gururunuz, akşamki yerinmeniz.
Hayata katlanmak güçtür: siz de çıtkırıldım olmayın öyle ! Hepimiz bulunmaz eşekler, hem de kancık eşekleriz !
Üzerinde bir damla çiğ var diye titriyen gül tomurcuğuyla ortak nemiz var bizim ?
Doğrudur: biz hayatı severiz; ama yaşamaya değil, sevmeye alıştığımız için.
Sevgide her zaman biraz çılgınlık vardır. Ama çılgınlıkta da her zaman biraz yöntem vardır.
Bana da, ben ki hayatı severim, öyle geliyor ki, mutluluğu en iyi bilenler kelebekler ve sabun köpükleri ve insanlar arasında bunun gibi olanlardır. (…)
Ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırdım.
(Nietzsche burada Budizm’e gönderme yapıyor. Efsaneye göre Hint tanrısı Şiva, dünyayı yarattıktan sonra “tandava” hayat dansı yapmıştır.)
Şeytanımı gördüğümde, onu ağır, derin, somurtkan ve resmi buldum. Ağırlığın ruhuydu o – her şey onun yüzünden düşer.
Öfkeyle değil, gülmeyle öldürür kişi. Haydi öldürelim ağırlığın ruhunu !
(Nefis bir tesbit !!! Tüm dindarlara veya herhangi bir şeye, o şeyi tek ve mutlak kesinlik olarak gören ve inanan insanlara en ağır gelen şey nedir ? Gülmektir tabi ! Onlara saldırın, hakaret edin, tartışın … hepsi boşuna ! O zaman inançlarına daha çok sarılırlar. İçlerinden daha çok şehit çıkartmak için kinlenirler. Ama bir gülüş, tek bir gülüş onların sahte dünyasını yerle bir eder. İşte bu yüzden “Gülün Adı” romanında, kör rahip gülme üzerine yazılan bir kitabı yasakladı ve hayatı pahasına insanların onu okumasını engelledi. Çünkü o da gayet iyi biliyordu ki, inançlarını çeşitli kelime oyunları, önermeler ve varsayımlar kurarak savunabilirdi. Ama gülmeye karşı çok çaresiz ve yetersiz kalırdı.)
Ben yürümeyi öğrendim: o gün bugün, kendimi koştururum. Ben uçmayı öğrendim: o gün bugün, kımıldamak için itilmem gerekmez.
Yeğniyim artık, uçarım artık, kendi altımda görürüm artık kendimi, bir tanrı dans eder içimde artık.
Böyle buyurdu Zerdüşt.
YENİ PUT ÜSTÜNE
Bazı yerlerde uluslar ve süreler vardır, ama bizde yoktur kardeşlerim: burda devletler vardır.
Devlet mi ? O da ne ? Peki ! Şimdi bana kulak verin, size ulusların ölümünden söz açacağım.
Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o ve ağzından şu yalan sürüne sürüne çıkar: “Ben devlet – ulusum ben.”
Yalan ! Yaratıcılardı ulusları yaratanlar ve onların üstüne bir inanç ve sevgi asanlar: böylece hayata hizmet ettiler.
Yıkıcıdırlar, nicelere tuzak kuranlar ve buna devlet diyenler: onların üstüne bir kılıç ve yüz arzu asarlar.
Nerde daha ulus varsa, orda devlet anlaşılmaz; kem göz ve yasalara, törelere karşı işlenmiş bir günah sayılarak ondan nefret edilir. (…)
Fakat devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler ve ne söylese yalandır – ve nesi varsa hepsi çalıntıdır. Düzmedir onda her şey; çalınmış dişlerle ısırır bu ısırgan. Barsakları bile düzmedir onun.
(Ne güzel bir anlatım ! Kalemine sağlık Nietzsche ! Devlet adına hepimiz insanlığımıza kıymadık mı ? Biz insanları, kendilerine devlet diyenler, devletin temsilcisi diyenler en olmadık yalanlara, en hain tuzaklara alıştırmadılar mı ? Bir sürü şehit verdik, değil mi ? Elinde tüfek, kahramanlık şiirleri okuyan genç insanların dramını, vatan hizmeti olarak alkışlamadık mı ? Ne gereği vardı birbirimizin gırtlağına basmanın ? Ama olmaz ! Olamaz ! Aksi şekilde düşünmek vatana ihanettir. Böyleleri aşağılanır, horgörülür. Kısacık hayatımda ne yazık ki övünebileceğim fazla bir şey yok; ne bir eser üretebildim, ne de insanlığa hizmetim dokundu. Ama tek bir şeyle övünebiliyorum. Vatan ve devlet hainiyim ben. Bunun gururu bana yeter. Nerede bir bayrak, bir şehit mezarı, bir ulusal anıt görsem, bir marş işitsem hemen kusma isteği duyuyorum ! Bayrağına ve devletine bağlı olan kardeşlerim. Sizlerle asla anlaşamam. Benim için bayrağın tuvalet kağıdı kadar değeri yok. Tuvalet kağıdı hiç değilse bir işe yarıyor; pisliğimi arıtıyor benim. Diğeri ise tek bir işe yarıyor: İnsanlığımıza kıymanın sembolü, üretmek, paylaşmak, sevmek ve kendinden bir şeyler vermek yerine parçalamanın, ırza geçmenin, hayatı ve sevgiyi öldürmenin sembolü.)
PAZAR YERİNDEKİ SİNEKLER ÜSTÜNE
Yalnızlığına kaç dostum ! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.
Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, deniz üstüne.
Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.
Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk.
Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır.
Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya – görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: “dünyanın gidişi” böyledir.
Ruh vardır oyuncuda; ama ruhun vicdanı pek yoktur. O hep, en çok inandırdığı şeye inanır – kendine inandırdığı. (…) Devirmek – onca tanıtlamaktır bu. Çıldırtmak – onca kandırmakdır bu. Ve onca kan, bütün kanıtların en iyisidir. Ancak duyarlı kulaklara sızan gerçeğe, yalan ve hiç der o. (…) Gösterişli soytarılarla doludur pazar yeri – ve halk övünür büyük adamlarıyla. Bunlar onca o anın efendileridirler. (…) Bu dediği dedik, bu sıkıcı kişileri kıskanma, ey gerçek tutkunu ! Dediği dedik kişinin koluna hiçbir zaman asılmamıştır gerçek. (…)
Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan.
Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç !
Yalnızlığına kaç ! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç ! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler.
Artık el kaldırma onlara ! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki …
GÖNÜLLÜ ÖLÜM ÜSTÜNE
Çokları pek genç ölürler, kimi de pek erken ölür. Şu öğreti yabancı geliyor daha: Vaktinde öl !
Vaktinde öl: bunu öğretir Zerdüşt.
Elbette hiçbir zaman vaktinde yaşamayan, nasıl vaktinde ölsün ? Keşke hiç doğmasaydı ! Bunu salık veririm gereksiz kişilere !
Ama gereksiz kişiler bile ölümlerini önemsiyorlar daha, en boş ceviz bile daha kırılmak istiyor.
(…)
Ölümünüz insana ve yeryüzüne karşı işlenmiş bir günah olmasın, dostlarım. Budur gönlünüzün balından dilediğim. (…) Böyle ölmek isterim ben, siz dostlarım, yeryüzünü benim hatırım için daha çok seversiniz diye. Toprak olmak isterim yine, beni doğuranda dinleneyim diye. Gerçek bir ereği vardı Zerdüşt’ün; topunu attı. Şimdi siz olun dostlarım ereğimin mirasçıları, size atıyorum altın topu.
Altın topu attığınız görmek isterim dostlarım en çok ! Bundandır yeryüzünde biraz daha oyalanmam – bağışlayın !
Böyle buyurdu Zerdüşt.
ZEHİRLİ ÖRÜMCEKLER ÜSTÜNE
Bak, bu zehirli örümceğin mağarasıdır. Örümceğin kendisini görmek ister misin ? İşte asılı ağı: dokun da titresin.
İşte, kendi isteğiyle geliyor: hoşgeldin, örümcek ! Üçgenin ve simgen kara kara duruyor sırtında, ben senin gönlündekini de bilirim.
Öc var senin gönlünde; ısırdığın yer kara kabuk bağlar, zehirin gönle başdönmesi verir öcüyle.
Böyle sesleniyorum size benzetme diliyle, ey gönle baş dönmesi verenler, ey eşitlik vaizleri. Siz zehirli örümceklersiniz bence, gizli gizli kin besleyenlersiniz !
Ama ben sizin saklandığınız yerleri yakında ışığa çıkaracağım. (…) Bunun için koparıyorum ağınızı, öfkeniz sizi yalan mağaranızdan dışarı uğratsın diye, öcünüz “doğruluk” sözünüzün arkasından ileri sıçrasın diye. Çünkü insanların öcden kurtarılması – bence en yüksek umuda köprü budur, uzun fırtınalardan sonraki gökkuşağı budur işte. Ama zehirli örümcekler, başka türlü olsun isterler. “Dünyanın öcümüzün fırtınlararıyla dolması, doğruluğun ta kendisi olsun” Böyle sözleşir örümcek yürekleri. (…)
Kin çınlar bütün yakınmalarında, bütün övgülerinde kötü niyet vardır ve yargıçlık onlarca mutluluktur.
Ama şunu salık veririm size, dostlarım: cezalandırma eğilimi güçlü olanların hiçbirine güvenmeyin.
Bunlar soyu sopu bozuk kişilerdir, cellat ve avköpeği bakar suratlarından.
Doğruluklarından çok söz edenlere güvenmeyin !

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder