1980
SONRASI MADENCİLİĞİMİZ VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI
1980 sonrası
dönemde Madencilik Sektörü iki önemli gelişmenin etkisinde kalmıştır. Bunlardan
birincisi; 1980'li yıllarda uygulamaya konulan Yeni Dünya Düzeni politikaları,
diğeri ise çevreyle ilişkin çıkan yeni Yasa ve Yönetmelikler ile birlikte
Madencilik Sektörü üzerinde gelişen kamu baskısıdır.
Dünya Bankası, 1980
yılının başına kadar sadece KİT’lerin oluşturulması için kredi açmakta
kalmıyor, aynı zamanda işletme kredisi veriyordu. O tarihten sonra 180 derecelik
bir sapma oldu. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Finans Örgütleri v.b.
gibi uluslararası finans merkezleri KİT'leri satma ve tasfıye etme koşuluyla
kredi vermeye başladı.
1980’den bugüne
kadar; Yeni Dünya Düzeninin referans noktaları olan küreselleşme, serbest
piyasa ekonomisi, özelleştirme, esneklik, rekabet, yabancı sermaye,
uluslararası tahkim, MAİ, bilgi çağı, bilgi toplumu, ticaret devrimi, kalite,
standart, çevre, moda, medya v.b. kavramlar günlük hayatımıza girmiştir
Yeni Ekonomik
Düzen; 1970-1980 döneminde yaşanan petrol krizleri sonucunda GOÜ’in (Gelişmekte Olan Ülkeler) artan dış borçları
ve buna karşılık ithalatlarını kısmaları
sonucunda Dünya ticaretinde ve piyasalarında oluşan durgunluktan çıkmak
ve bu fırsatla GOÜ’i disipline etmek ve yeni kar alanları yaratabilmek amacıyla
Merkez (ABD liderliğinde Gelişmiş yedi ülke) tarafından 1980’li yıllarda
uygulamaya konulmuş ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel alanlarda bir bütün
olarak değişimdir. Özelleştirme ise, Yeni Ekonomik Düzen içerisinde en önemli
ekonomik uygulamadır.
Yeni Dünya Düzeni
kavramı ise, Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla netleşmiştir. Soğuk Savaş sonrası
dünyada Merkez, karşıt bloka karşı artık kendi çevresini genişletmek durumunda
olmadığı için, siyasal açıdan GOÜ’e ihtiyaç duymamaktadır. Öte yandan
“teknoloji devrimi” Çevreden (Gelişmiş Ülkeler dışında kalan ülkeler)
sağlayabileceği birçok malın (şimdilik petrol hariç) önemini çok azaltmıştır.
Merkezde tarım üretimi öyle bir arttı ki temel gıda maddelerinde kendine yeter olmakta
kalmadı büyük çapta ihracatçı oldu. Diğer hammaddeler için sentetikler devreye
girdi ve/veya geri kazanım teknolojilerle daha az hammadde kullanmaya
başladılar. Merkez sanayilerinde katma değer ve istihdam yaratırken Çevreyi
devre dışı bırakmıştır.
Yani Merkezle Çevre
arasında bağ kuran karşılıklı dayanışmaya yol açabilecek ne siyasal, ne bir
dizi ekonomik olgu bugün eski önemini taşıyor. Çevre, Merkez açısından daha çok
malları, hizmetleri ve sermayesi için pazar olarak önemli, bunun içinde kişi başına
gelirin arttığı dinamik ülkeler safında olmak gerekiyor. Kafkasya ve Orta Asya
Ülkeleri, gelecekteki petrol ve doğal gaz gibi doğal kaynaklarından
sağlayacakları gelirler ile yakın gelecekte dünyanın en önemli pazarları
olacağı bu kapsamda değerlendirilmektedir.
Yeni Ekonomik
Düzen, evrensel çapta serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirme savıyla yola
çıkmıştır. Ancak 1980’den bu yana ortaya çıkan sonuçlar ise bu savla pek
bağdaşır nitelikte olmadı. Merkez, bölgesel anlaşmalar çerçevesinde neredeyse
kartelleşti; Çevre ülkelerinin en fakirleri yani (Çin ve Hindistan hariç) düşük
gelirli ülkeler neredeyse dünya ekonomisinden dışlandığı bir yapı oluştu.
Çevrede kişi başına gelir göreli gerilirken uluslararası düzeyde gelir bölüşümü
fakirlerin aleyine değişti. Uluslararası ilişkilerin demokratik niteliği
kayboldu ve Merkez tarafından oluşturulan kültürel milliyetçilik, tüm dünyayı
etkilemeye başladı.
Teknolojik
gelişmelerle birlikte çevre kirliliği, ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki
adaletsizlik ile işsizliğin artması, Ulus devletlerinin ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu
Şirketler) karşısında zayıflaması sonucunda 20. yüzyılın sonlarına doğru dünya
genelinde Yeni Dünya Düzenine karşı toplumsal tepkiler gelişmiştir. Hatta
Seattle’da Aralık 1999’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü toplantısı yoğun
sokak olayları nedeniyle gündemli olarak gerçekleştirilememiş olup, bu durum
Yeni Dünya Düzeni uzun dönemde inanılmazı içsel bir çatışma potansiyeli içinde
olduğunu göstermektedir. Bu toplumsal tepkiler karşısında ekonomi bilimcileri
bugünlerde Yeni Dünya Düzeni sürecinin tamamlandığını ve yeni bir döneme,
“Toplum ve Yenilikçi” döneme geçilmek üzere olduğunu belirtmektedir.
Türkiye’de bu
değişimin referans noktaları; ekonomide, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları,
siyasi ve hukuki alanlarda 12 Eylül Rejimi, 1982 Anayasası ve bunları
tamamlayan Yasalar, Sosyo-Kültürel alanlarda ise, bir tarafta; serbest piyasa
ekonomisi, medya, moda ve küreselleşme ile gelişen ve batı kültürüyle benzeşen
yeni yaşam alışkanlıkları ve diğer tarafta; bunların sonuçları ile serbest
piyasa ekonomisiyle gelen işsizlik, göç ve kentleşme sorunları karşısında
şeriatçı-milliyetçi toplumsal muhalefetin gelişmesidir.
Türkiye’de
Özelleştirme programı; piyasa güçlerinin ekonomiyi harakete geçirmelerine imkan
sağlaması, üretkenlik ve verimliliğin artması, mal ve hizmetlerin kalite,
miktar ve çeşitliliklerinin artırılması, mülkiyetin tabana yayılması, sermaye
piyasasının gelişiminin
hızlandırılması, modern teknoloji ve yönetim tekniklerinin Türkiye’ye
çekilmesi, çalışanlara hisse senedi vermek suretiyle işgücü verimliliğin
artırılması, devlete gelir sağlanması v.b., olarak belirlenmiş olmasına rağmen
uygulamalar sonucunda “özelleştirme, devletin mali krizden çıkabilmek için bir
borç-takas işlemine dönüşmüştür.” Ayrıca, büyüyen iç borç stoku ile birlikte
reel faiz oranları ekonominin reel büyüme oranlarının üzerine çıkmış ve bu
durum devletin “Mali Piyasalar” karşısında politika üretmesini engellemiştir.
1982 Anayasası
kapsamında temel hak ve özgürlükler ile toplumsal örgütlenme sınırlandırılmış
ve bunun karşısında yürütme yasama karşısında güçlendirilmiş ve bu güçle
iktidara gelen Özal Hükümeti tarafından toplumsal muhalefetin olmadığı bir
dönemde ağırlıklı olarak Kanun Hükmünde Kararnameler ile altyapısı hazırlanan özelleştirme
politikaları 1980'li yılların sonunda başarısız olmuştur. Bunun en önemli
nedenleri; yeterli sermaye birikimine sahip olmayan ve gelişmeleri tamamen
KİT'lere dayandırılmış olan yerli sermayenin KİT'lerin yabacı tekellere
geçmesini istememeleri, siyasilerin bankalar başta olmak üzere KİT'leri
partizanca kullanmaktan vazgeçmemeleri ve topluma gerekçelerin şeffaf olarak
anlatılamamasıdır. 1990 yılından sonra gerçekleştirilen özelleştirme
uygulamaları ise; özelleştirmelerin parti yandaşlarına, arsa spekülatiflerine,
ithalatçı tekellere yapıldığı anlaşılmış, teknoloji transferinin
gerçekleşmemesi bir yana bir çok işletme kapatılmış, üretim düşmüş, ithalat ve
işsizlik artmıştır. Bu uygulamaların sonucunda özelleştirme karşısında
toplumsal muhalefet güçlenmiştir. 1980'li yılların sonunda yabancı tekellere
karşı özerkleşmeyi savunan yerli sermaye 1990 yılların sonunda ise iç borç
ödemeleri karşısında özelleştirmeyi savunmaya başlamıştır.
Türkiye; Merkezde
ve bölgesindeki değişimleri iyi değerlendirememiştir. Sermayenin; rant
ekonomisini ve ithalatı tercih etmesi; Siyasilerin KİT’leri ekonomik ve siyasi
arpalık olarak görmesi, Türkiye’nin çelişkileri olmuş ve bu durum ülkeyi siyasi
istikrarsızlık içerisinde borç batağına götürmüştür. Bugün gelinen noktada Türkiye,
gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından dünyadaki ilk beş ülke arasındadır.
Buna göre nüfusun en zengin % 20’sinin toplam gelirdeki payı % 55.9’iken, en
fakir % 20’nin toplam gelirden aldığı pay % 5.0’dır. Buna bağlı olarak bütçenin
yaklaşık% 50 iç ve dış borç ödemelerine ayrılmaktadır. Özel sektör sanayinde
faaliyet dışı gelirlerin net bilânço karı içindeki payı yaklaşık %50’ye
çıkmıştır. Ayrıca kişi başına toplam borcun 1980 yılından 1998 yılı arasında %
310 artarken kişi başına milli gelir aynı dönemde % 105 artmıştır.
Demokrasi ile
seçilerek gelen Hükümetler, ülkenin bu ekonomik sorunlarını IMF, Dünya Bankası
ve bir-kaç sermaye grubu ile çözmeye çalışırken meslek odaları, sendikalar
başta olmak üzere demokrasi güçlerini sistem dışına itmişler ve bu gelişmeler
sonucunda; “Özelleştirme ,siyasilere ve sermaye kesimine karşı sokakta
demokrasi mücadelesine dönüşmüştür.” Bugün, çalışanların ücretleri, çiftçinin
ürün bedelleri ile sosyal hak ve güvencelerin kapsamı IMF tarafından
belirlenmekte, devlet kurumlarının yapılandırılması Dünya Bankası tarafından
yürütülmekte, Demokratikleşme hareketi AB tarafından yönlendirilmekte, TBMM
sadece koordinasyonu sağlamaktadır. “Egemenlik Kayıtsız Şartsız
Milletindir”anlayışı çökmüştür.
57. Hükümet
tarafından çıkartılan Sosyal Güvenlik Yasası ile Uluslararası Tahkime ilişkin
Anayasa Değişiklikleri karşısında, sendika ve meslek örgütleri her türlü siyasi
ve ideolojik kimliklerini bir tarafa bırakarak sadece demokratikleşme ve
insanca yaşam için bir araya gelerek Emek Platformunu oluşturmuştur. Bu durum,
Türkiye Siyasi Tarihinde, ortak çıkarlar üzerinde dayatmalara karşı gelişen
geniş bir toplumsal uzlaşmadır.
24 Ocak Kararları
ile birlikte ekonomide ihracata dönük sanayi politikaları benimsenmiş ancak
“karşılaştırmalı üstünlük teorisi” dikkate alınmayarak sanayileşme göz ardı
edilmiş, sadece bir-kaç imalat sektörünün teşviklerle kapasitesi artırılarak
ithal girdiler yoluyla ihracat artışı sağlanabilmiştir. İthalat artışı
engellenemediği gibi teşvikli ucuz ithal hammadde girdileri karşısında ülke içi
üretim alanları, rekabet edemediğinde ekonomi dışında bırakılmıştır. Bu yanlış
politikalar sonucunda en fazla “Madencilik Sektörü” etkilenmiş ve
istikrarsızlığın sebebi olarak gösterilmiştir.
Türkiye Madencilik
Sektörü içinde bulunduğu krizden çıkarak gelişebilmesinin tek koşulu
özelleştirme politikaları gösterilmiş ve bu kapsamda tartışmaların özelleştirme
üzerinde yoğunlaşması sonucunda da sektör ile ilgili sağlıklı politikaların
oluşturulması engellenmiştir.
17.03.1984 tarih ve
2983 sayılı “Tasarrufları Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması
Hakkındaki Kanun” ile Türkiye’de başlayan ve 15 yıldır süren Özelleştirme
çalışmalarının sonucunda Madencilik Sektörü başta olmak üzere Çimento sektörü
hariç KİT’lerde önemli bir Mülkiyet devri gerçekleşmemiştir. Ancak KİT’ler
kendi kendini bitirme sürecine sokulmuştur.
Türkiye, 1970’li
yılların sonlarında uygulamaya konulan 21. yüzyılın başlarında sürecini
bitirmek üzere olan Yeni Dünya Düzeni içerisindeki sanayi ve teknoloji boyutunu
ancak 1990’lı yılların ortalarında fark etmiştir ve geleneksel sanayi üretimi
yapan KİT’lerde dönüşüm sağlanamamış, modernizasyon/yenileme yatırımları
gerçekleştirilmeyerek bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde KİT’lerin kendi
kendini kapatması politikası ortaya çıkmıştır. Bugün gelinen noktada KİT’lerin
özelleştirilmelerinin ekonomikliliği tartışılmaktadır.
Osmanlı Dönemi’nden
bugüne kadarki süreçte, Anadolu Madenciliği üzerinde Batının temel felsefesi;
“ucuza hammadde ithal etmek ve Türkiye'ye mamul madde ihraç etmek olup, hiçbir
dönemde sanayileşmeye yönelik teknoloji yatırımı yapmamak” olmuştur. Batının
kömür, bor, ferrokrom, alüminyum, tronaya ilişkin yaklaşımları hep
samimiyetsizlik içerisinde olmuştur. 1980 dönemine kadar madencilik sektöründeki
önemli gelişmeler, Devletin Planlı Politikaları çerçevesinde KİT'ler sayesinde
gerçekleşmiştir. Bu nedenle Maden Mühendisleri Odası, Özelleştirme
Politikalarının karşısında yer almıştır. Ancak KİT fetişizmi de yanlıştır.
Ekonomik ömrünü tamamlamış olan bir kuruluş tasfiye edilebilir. Makinesi,
teçhizatı satılabilir, hatta arsası şehrin içerisinde kalmışsa, arsasını satıp
kendisi kullanabilir. Yeter ki, satış hasılatı KİT sistemi içinde kalsın. Satış
hasılatını modernleşme, yenileme yatırımları için kullanmak koşuluyla. En
kötüsü, bunların satış hasılatının bütçe açığını kapatmaya tahsisidir.
Elbette gelişmekte
olan Türkiye, madencilik ve enerji sektörlerinde yapılacak modernizasyon,
yenileme ve yeni yatırımlarda neredeyse tamamen teknoloji ve finansman olarak
dışa bağımlıdır. Bu gerçeği göz ardı etmeden kamunun etkin planlı politikaları
ve denetimi çerçevesinde fizibil projelerin gündeme alınması ve KİT’Ier; bu
anlayış içerisinde ulusal ekonomiye katma değer yaratacak biçimde yeniden
yapılandırılması gerekmektedir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder